Çalışmamızın başlığı Türk romancılığının öncülerinden olan Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım’ın birlikte kaleme aldıkları “Hayal ve Hakikat” romanından esinlenerek konulmuştur. Burada amaç söz konusu romanın; sanatı temsil eden romanın kadın kahramanı Vedat’ın, ilmi temsil eden erkek kahramanı Vefa’ya olan iltifatı gibi hayal dünyasının bir ürünü olarak kabul gören romanların bilimsel metotlarla inşa edildiğine inanılan tarihe karşı romantik bir iç kabulü gibi addedilmesidir.
Hayalin hakikate iltifatı gibi romanın da bir toplumun hareketlerini, düşüncelerini ve duygularını etkileyen hatıratın tümünü birden kuşatan toplumsal hafızaya hüsnü kabulü bağlamında hayalin hakikate dönüştüğü noktadan sonra bellek oluşur. Toplumsal hafıza kavramı sadece tarihçilerin değil sosyologların da ilgi alanlarına girmekte ve farklı teorik ve ampirik tartışmalara neden olmaktadır. Bu noktada tarihçileri de; resmî söylemi benimseyenlerle gayr-i resmî söylemin temsilcileri olarak ikiye ayırmak gerekir. Resmi söylemi benimseyen birinci gurubun ilgisi ulus inşasında resmi ideolojinin resmi söylemle olan ilintisinden dolayıdır. Bu anlamda bilimsel tarih kitapları resmi ideolojinin görüşü olan toplumsal hafızayı temsil ederken, bir anlamda sivil otoriteyi temsil eden romanlar karşı hafızanın alternatif bilgi gücü olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla geçmişte olan bitenler; romancının dünyasında kavramsal olarak hikâye edilirken sıkça başvurulan bir veri tabanı olarak yerini almaktadır.
Bu veri tabanının romancının muhayyilesinde ustaca işlenerek sanata dönüştüğünde karşımıza tarihi romanlar çıkmaktadır. Tabii bunları da tarihe mal olmuş ve antik değeri olanlar ve çağdaş edebiyatın tarihi olayları anlatan türleri olmak üzere tasnif etmek mümkündür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi çağdaş yazarlar tarafından kaleme alınan tarihsel romanlar kendi kabulleri çerçevesinde toplumsal hafızanın şekillenmesini amaçlar. Yazar çerçeveyi kendisi belirler. Çoğunlukla bu çerçeve köklü bir ideolojiye dayanan düşünce kalıplarının kalın ve kaba hatları ile çizilir. Romancı, bu şekli oluştururken zaman ve mekân projeksiyonunu okuyucunun görmesini istediği yöne çevirerek o yöne doğru fikrî bir devinim sağlar. Bunun için karakter ve mekân seçiminde bütüncül bir yaklaşımdan kaçınır ve çerçevesinin dışında tutulanları yapısal bir amnezi içine sürükler (Başaran İnce; 2011,11). Böylece kurguladığı olay kahramanlarını kendi güçlendirdiği mekân ve zamanların dışına çıkarmayarak oluşturmak istediği ortak değer sistemine doğru yönlendirir.
Aslında o ortak değer Russo’nun dediği gibi yazılı olmayan bir içtimai mukaveledir. Bu mukavele ile gelenekler, töreler, alışkanlıklar en küçük sosyal kurum olan aileden millete kadar sosyal gurubu oluşturan kollektif bir kimliğin ortaya çıkmasıdır. Kitlesel hafıza ya da modern deyimle kollektif hafıza sosyal gurubun duygularını ortaya çıkarıp eylemlerine anlam kazandırır, motive eder. Kitlesel hafıza içinde tarihi barındıran değerler, hatıralar, faaliyetler ve fiziksel mekânlar hafıza rezervleri olarak kollektif hafızanın ana malzemesini meydana getirir. (Gross, 2002) Kimlik inşasında resmi ideoloji de sivil ideoloji de hafıza rezervlerini kullanır. Özellikle ulus inşası için kollektif hafıza önemli bir temel oluşturur. Mazinin karanlık derelerinde yerini alan büyük babalarla torunlar arasındaki devamlılık bağını kollektif hafızanın rezerv edilmiş bilgi tabanı ile oluşturur ve otorite; kurduğu sosyal politik düzeni bu şeklide meşrulaştırır.
Resmî ideoloji ulusal kimlikle birlikte toplumun ilintisi olma üzerinde uzlaşılan bireysel kimliği kollektif hafıza ile inşa eder ve bu anlamda üretilen hafızaya değer atfederek bunu cazibe merkezi haline getirir. Üretilen değerlerin haricindekiler kırmızıçizgilerin dışarısıdır ki; ulvî anlamlar yüklenen sosyo-politik değerlerin çevresine çizilen bu kırmızı çizgiler devletin inkâr alanlarını oluşturur. Bu alanların dışarısı kamusal alanda çatışma alanlarına gireceği için toplumsal hafıza otoriter güç kaynakları tarafından şekillendirilir.
Toplumsal hafızanın bir diğer unsuru tarihsel hafızadır. Tarihsel hafıza kollektif hafızanın bizatihi kendisi olmasa da hafızanın nesnel gerçekliği ve sürdürülebilir kollektif yapısından dolayı ortak özelliklere sahiptir. Tarihsel hafıza uzun zaman öncesi yaşanmış ve bu geçmiş bilgisini yaşamamış bireyler tarafından üretilerek çeşitli etkinlikler, törenler ve yazılı kayıtlarla yeni nesillere aktarmasıyla kazanılır.
Tarihsel hafıza yaşanmışlıkların, yaşantı mekânlarının topyekûn geçmişin bilim adamlarınca analitik bir yaklaşımla incelenerek ve irdelenerek yeniden inşasıdır. Kollektif hafıza inşa edilen bu hafızanın yeni nesillere aktarılmasına dayanır. Tarihsel hafızayı oluşturan yaşanmışlıkları resmi ideolojinin hafıza kurucusu olan devlet erki genelde bilimsel kitapları siviller ise romanları kullanarak inşa etmeye çalışır.
Bu çalışmada romanların hafıza inşasındaki rolü ve bu rolün oyun kurucusu elemanların tarihsel hafızaya katkısı üzerinde durulacaktır.
Tarihsel Romanlardan Örnekler
Tarihsel romanlar genellikle geçmişin sorgulanması, geçmişe sığınma insiyakı ve nostaljik eğilimlerle kaleme alınır. Gerek tarihî romanların gerekse de tarihsel romanların olay örgüsü sosyal ve kişisel temalar, olayların vuku bulduğu dönem dekoratif unsurlar ve mekânlar tarihsel hafızanın oluşumundaki inşa unsurlarıdır. Çoğunlukla sosyal tarih karakteri olan bu unsurlar salt roman için değil edebiyatın her türlü hafıza mekânlarına katkı sağlarlar. Yavuz Bülent Bakiler’in Sivas’ta Hükümet Meydanında Fakir Çocukları’nı okurken; Fernard Braudel’in 16 yy Paris'indeki Saint-Germain-des-Pres Manastırının duvarına uzanmış şarabını içen sefil İspanyol gelir okuyucunun aklına ve mekânın zamana dile ve geleneğe kaydolmuş maddi ve manevi değerlerle bütünleşik kavramlarla oluşan bir gerçeklik çıkarır okurun karşısına. Tıpkı Irwin Yalom’un Nietzsche Ağladığı’nda romanındaki 19. yüzyıl Viyana’sı Entelektüel ortamlarıyla, Charles Dickens’ın David Copperfield’ındaki sanayi toplumunun banliyölerindeki yoksulluk mekânlarında olduğu gibi söz konusu hafıza mekânlarını konumları gereği krono-topik zaman birlikteliğine birer örnek teşkil eder.
Pierre Nora’ya göre hafıza mekânı kavramı fiziksel nesnelerin ve simgesel nesnelerin bazı ortak “yönleri” olduğu görüşüne dayanır. (Nora, 2006) Tarihsel anlamı olan yerleri, anıtları, olayları, kentin tarihsel mimarisini, sözlükleri, törenleri hafıza içinde sürekliliğe kavuşturma çabaları ve 20. yüzyıl başından itibaren ortak malvarlığı ve ulusal miras gibi kavramlar “Ulus” kavramının bu hafızayla ve bu mekânlarla ilintisini oluşturur. (Hanioğlu, 2011) Bunun için Viktor Hugo, Dostoyevski, Soljenistsin, Cengiz Aytmatov vd. gibi toplumsal olaylara vurgu yapan hemen tüm usta yazarlar hafıza mekânlarını olay örgüsünü ayakta tutan bir sütun gibi romanın merkezine almışlardır. Ulus olma yolunda henüz emekleme aşamasında olan Kır-gızlar Cengiz Aytmatov’u Tanrının onlara en büyük lütfu olarak görürler. Aytmatov romanlarında mekânlara adeta kutsiyet atfetmiş, insanın mekânla bütünleşmesinin muntazam örneklerini vermiş, Çarlık Rusya’sının ve ardından gelen Komünizmin köklerinden kopartmak istediği Kırgızlar için toplumsal hafızanın korunmasının ulus kimliğinin yeniden inşasında ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Gün Olur Asra Bedel ‘de Aytmatov geçmişin efsaneleri ile geleceğin bilim kurgusunu harmanlayarak günümüz Kırgızlarına zamana, dile, geleneğe kaydolmuş mekânların hatırlatması ile mankurtlaştırılan toplulukları hafızaları ile yeniden buluşturmuştur.
Hafıza mekânlarını ustalıkla kullanan Aytmatov sıradan bir yaşamdan, ulusal ve toplumsal sorunlara gönderme yaparak Sarı Özek bozkırını vatan kutsiyetine büründürmüştür. Bir cenaze merasimini konu ettiği romanında kültürel hafızayı destan kahramanı Nayman Ana’nın mezarına doğru sürükleyip geçmişin izlerini kazıyarak toplumsal hafızayı yeniden canlandırmaya çalışır. Aytmatov dünya klasiklerinin başyapıtlarına imza atan roman ustaları Victor Hugo ve Dostoyevski gibi mimarlık şaheseri olan hafıza mekânları yerine Kırgızların temel ihtiyacı olan vatan vurgusunu yeğlemiştir. Romancının Orman-Göğüslü gezegeni geçmişte Juan Juanların işgal ettiği Kırgız topraklarıdır ve şimdi Sovyet işgali altındadır. (Aytmatov; 2013)
Aytmatov’un Soljenitsin’den etkilenip etkilenmediği konusunda bir fikrimiz olmasa da; görülen o ki; her iki yazar da Türkî toplulukların hayat hikâyelerinden roman çıkarırken mekânsal organizasyonlarda tren istasyonlarını kullanmışlardır. Gün Olur Asra Bedelin kahramanlarından Yedigev ve Kazganalp aynı istasyonda görev yapan iki demiryolu emekçisidir.
Soljenitsin’in Matriyonanın Evi’nde; Tolnovo köyünde yaşanan olaylar da 1953 yılında Kazan tren istasyonuna bir yolcunun gelişi ile başlar. Bu yolcu Rusya’nın merkezinden uzak bir yerde öğretmen olmayı hayal eder. İstasyonda bilgi almaya çalışırken, kulağına Tolnovo köyü çalınır ve O’na, eski Rusya’yı hatırlatan bu köye yerleşmeye karar verir. Romanın kahramanı bu köye geldiği zaman onu Matriyona’nın kulübesine yerleştirirler. Ignat daha önce Matri-yona gibi yaşlı köylü insanının ruhunu yakından incelememiştir Matriyona da Rus insanının saflığını görür ve bir anlamda bütün serveti kirli-beyaz bir keçi, topal bir kedi ve bu yıkık dökük kulübesi olan bu kadının yaşamında Dostyoveski’nin Sibirya sürgünü sırasında gördüğü temiz Rus kadınlarını yaşatmak ister.
Tarihsel hafızayı korumak adına kaleme alınan romanların kahramanları kimi zaman öylesine ünlenir ki, tıpkı Victor Hugo’nun Notre Dame de Paris’inde olduğu gibi mekânın önüne geçer. Paris’in Nontre Dame’ı olarak kaleme alınan romandaki kambur, katedrali gölgeler ve romanın adı Notre Dame ‘ın kamburuna dönüşür. Aslında Hugo’nun amacı sosyal yaşam eleştirisinden yola çıkarak romandan bir tip çıkarmak değil, kamuoyunun dikkatini 19. yy başlarında Paris şehir planlamacılarının bakımsızlığından ötürü yıktırmak istedikleri Notre Dame Katedrali’ne çekmektir. Yerli romanda bunun örneğini Sultan Hamid Düşerken’de görürüz. Yazar Nahit Sırrı Örik eserinde bir hayalden ziyade çocukluk yıllarında bir kısmına şahit olduğu yaşadığı olayları canlandırır. Sultan Abdülhamid’in etrafındakileri ona karşı örgütlenen İttihatçıların icraatları anlatır romanında. Yalnızca siyasal olaylar hikâye edilmekle kalmaz, tarihsel hafızanın en önemli unsuru olan mekânları; sokakları alayiş, nümayişleri, etnografik ve askeri unsurları, konakları ustalıkla tasvir eden yazar hırslarıyla dönemin siyasi hayatına etki eden bir kadını olayların merkezine koyunca; tıpkı Victor Hugo’nun Notre Dame’ın kamburunda olduğu gibi roman kahramanlarından birisi roman tipine dönüşüve-rir, Romanın kahramanlarından Binbaşı Şefik Bey’in oportunist ve iradesiz kişiliğini; babası bir türlü sadarete erişemeyen bir hanımın hırsları içinde büyüterek Nimet Hanım’ı bir roman tipine dönüştürür. Bu durum dönemin siyasi olaylarının roman tadında tasvirini amaçlayan bir romanın ana gayesinden saparak eksen kaymasına neden olur.
Nahit Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken’inin zaman ve mekân birlikteliği Ahmet Altan’ın tarihi gerçeklere dayanan, ama tarihi roman olmayan İsyan Günlerinde Aşk’ı ile örtüşür. Örik’le arasındaki fark romandaki bir kısım şahısların kurgusal olmasıdır.
Sultan Hamid Düşerken’de Nahit Örik Abdülhamid’le ilgili duygularını perdelemeği başarırken, çağdaşı Mithat Cemal Kuntay Üç İstanbul’unda maalesef duygularının esaretinden kurtulamayarak padişahı uğursuz bir gulyabanîye dönüştürmüştür. Bu arada muhaliflerin dilinden düşürmedikleri Yıldız Sarayı da hemen her romanda uğursuz jurnallerin mekânı olarak yerini almaktadır. Kuntay’ın bu denli önyargılı yaklaşımına rağmen dönemin siyasi olaylarını kara mizahla aktardığı cümleler tarihin hafızasına önemli katkılar sağlar.
Hangi devlet; hangi imparatorluk? Diyarbekir‘de bir Türk bir Ermeni‘nin nasırına bassa devletler Galata‘ya bir düzine karakol gemisi gönderiyor. Avrupa hariciye nazırları vilayetlerimize dâhiliye nazırımız kadar karışıyor. (Kuntay, 1938: 66)
Sultan Hamid’in en bariz özelliği kuşkuculuğudur. Bu kuşku onu dönemin aydınlarından uzaklaştırmış, saraya hapsetmiştir. Dönemin diğer yazarları gibi Halide Edip de Sinekli Bakkal Sokağı’nda bu kuşkuyu işlerken gözleri bir diğer yöne Sultanın güvendiği kişilere, yani mabeyincilere çevirir.
Romanını tartışmalı bir tarihi olaya; 31 Mart ayaklanması üzerine kurgulamış olan Ahmet
Altan; Cumhuriyet döneminin resmi ideolojiyi dayatmak için Sultan Hamide çullanmayı adet haline getiren romancılarının aksine romanında tarihsel hafızaya ihanet etmeden projeksiyonu kişisel ihtirasların yerine olaylardaki uluslararası güç odaklarının parmağına çevirerek kalemini tarihin insafına terk etmektedir.
Padişah birdenbire hiç ilgisiz gözüken bir soru sordu:
- Enver şimdi nerede Doktor?
Reşit Paşa bütün saflığıyla hemen cevap verdi:
- Berlin’de...
Sonra, birden kendi cevabıyla irkildi:
- Almanlar... Almanlardan mı şüphe ediyorsunuz Padişahım?
- Çok muhtemeldir Reşit Paşa... Çok muhtemeldir...
- Çağırıp Alman sefir-i kebiriyle görüşseniz.
- Gülerler bana Doktor, ne diyecek adam, biz yaptık mı diyecek... Sen de söyledin, isyancılar benim adımı bağırıyor, ben hangi delili göstereceğim Almanları suçlamak için?
Paşa’nın aklı iyice karışmıştı.
- İttihatçılar ihaneti bu raddeye götürebilirler mi Padişahım?
- Çoğu bunun farkında bile değildir, onlar mürtecilerin ayaklanmasını, Padişah’ın tertibini bastırdıklarını düşünecekler... Tepedeki birkaç kişi bilir ancak, onlar da bunun imparatorluğun menfaatine olduğuna kendilerini inandırmışlardır. (Altan, 1998: 230-231)
Romandan alınan yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi Altan’ın Halide Edip, Mithat Cemal ve Reşat Nuri’nin aksine tarihten uzaklaştığında gerçeğe yaklaşması realitesi ile hareket ederek olayların tasvirinde kişisel hesaplaşmalar yerine tarihin insafına sığındığı görülür. Oysa olayları bizzat yaşayanların duygusallıktan ya da ideolojik saplantılardan kurtulamadığı bir gerçektir.
Reşat Nuri Güntekin, ilk romanı Gizli El‘de devlet adamlarına sataşıldığı gerekçesiyle yediği sansürün acısını 1942 de yayınladığı Ateş Gecesi’nde çıkarmaya çalışır. Reşat Nuri bu hususta yalnız değildir. Bir anlamda dönemin romanlarında işlenen olaylar geçmişle hesaplaşma şeklinde geçmekte ve yazarlar yeni rejimin oturması için geçmişi karalama modasına ayak uydurmaktadır. Bu açıdan tarihsel verilerin objektifliği konusunda kuşkuyla yaklaşılsa da bu romanlarda aydınların sürgün yerleri gibi tarihsel mekânlar açısından önemli veriler bulunduğunu da göz ardı etmemek lazımdır.
Tarihin her döneminde aydınların başı merkezi otorite ile beladan kurtulmadığı için sürgün; sadece Türk romanlarına mahsus bir konu değildir. Dünya klasiklerinde de sıkça rastlanan bir olgudur. Victor Hugo, Dostoyevski, Soljenitsin gibi romanın ustalarının aykırı fikirleri yüzünde sürülmüş olduğu ve sürgünü romanlaştırdığı göz önüne alınırsa sürgün konusunun tarihi romanların başat konusu olduğu bile söylenebilir.
Çarlık Rusya’sında 23 Nisan 1849 tarihinde devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiasıyla Omsk Kalesi’ne sürülen Dostoyevski Suç ve ceza kavramları ile en yoğun şekilde burada tanışmıştır. Dostoyevski’nin Sovyet versiyonu gibi yaşayan Soljenitsin’in sürgün kaderi de usta romancı ile benzerlik göstermektedir. İkinci Dünya savaşında Rusya’nın yaşadığı büyük yıkımın sorumluluğunu Stalin’e bağladığı için savaştan sonra önce hapse atılan ardından Kazaklar için yaptırılan bir okulda öğretmen olarak zorunlu ikamete tabi tutulan Soljenitsin’in ilk romanı bir sürgün romanıdır. Yazarın Ivan Denisoviç’in bir gününü konu edinen aynı adlı bu romanında olay 1950’lerde bir Sovyet çalışma kampında geçmektedir ve sıradan bir mahkûmun gündelik hayatını anlatmaktadır. Bu romanın yayınlanması hem edebiyat çevresinde hem de politik çevrelerde büyük yankı uyandırmıştır. Ancak daha büyük yankı Soljenistsin’in demir perdenin gerçek yüzü ile dünyayı tanıştırdığı olayları resmi belgeler ve anılarla anlattığı eseri olan Gulag Takım Adaları’yla gerçekleşmiştir.
Türk edebiyatında sürgün romanlarının önde gelen isimlerinden birisi de Refik Halit Karay’dır. Hafıza mekânları denilince akla gelen isimlerden birisi olan Karay, Tercüman-ı Hakikat gazetesindeki yazıları yüzünden sürgün hayatı yaşadığı Halep’teki acılarını, kaygılarını, yalnızlık hasretini, Sürgün adlı romanında bir yüzbaşı karakterinde sunmuştur.
Sürgün konusu edebiyatımızın yaşayan usta kalemlerinden Hıfzı Topuz, Yavuz Bahadıroğlu, Yılmaz Karakoyunlu gibi yazarların kaleminden toplum vicdanının sesi olarak dillendirilip romanlara konu edilmiştir. Bahadıroğlu ve Topuz kişisel sürgünleri işlerken, Karakoyunlu etkisi günümüzde devam eden toplumsal sorunları ve acıları konu etmeyi tercih etmiştir.
Hıfzı Topuz’un belgesel roman tarzında kaleme aldığı Taif’te Ölüm, Osmanlı’nın son dönemindeki batıya karşı ayakta kalabilmek için yenilenme ve buna karşı direnme çabasının sancılarını anlatırken, Mithat Paşa’nın kimliğinde dönemin devlet adamları ve aydınlarının mücadele ve bu mücadele sırasında çektikleri acıları gözler önüne sermektedir. Hıfzı Topuz’un en belirgin özelliği ülkemizde en fazla bibliyografik roman yazarı olmasıdır. Taifte Ölüm’den önce Meyyale’yi kaleme alan Topuz, bu üçlemeyi Pariste Son Osmanlılar’la tamamlamıştır.
Meyyale Sultan Abdülaziz dönemine ışık tutan belgesel türde önemli bir romandır. Topuz; Hava Kurşun Gibi Ağır adını verdiği bir başka sürgün romanında Nâzım Hikmet’i aşkları, acıları ve tutkularıyla anlatır. Hıfzı Topuz diğer tarihi romanlarında tarihçilerden aldığı bilgileri kullanarak Osmanlı’nın son döneminde iz bırakan kişiliklerin yaşamlarını romanlaştırırken bu romanında bizzat tanıdığı dostlarının uğradığı haksızlıkları, çektiği acıları, yurt özlemini, halkına olan sevgisini, bir yandan da tutkularını, aşklarını, mutluluklarını anlatır.
Hıfzı Topuz gibi son dönem Türkiye tarihine ışık tutacak olayları konu edinen bir başka romancı da Yılmaz Karakoyunlu’dur. Karakoyunlu bir anlamda yakın tarihe ışık tutacak olayları kaleme alırken sadece romancı kişiliği ile değil, bir tarihçi hassasiyeti ile Cumhuriyetin yazılmayan tarihine katkı sağlamış, karanlıkta kalan noktalarını aydınlatmaya çalışmıştır.
Mor Kaftanlı Selanik ‘te Lozan Antlaşması gereği mübadil adı verilen ve Anadolu’dan Yunanistan’a göç ettirilen bir milyon iki yüz bin kişinin acılarının siyasi arka planı ve çekilen hüzünleri konu edilirken birisi Lozan görüşmeleri sırasındaki İsmet paşa ve Venizelos arasındaki görüşme gerginlikleri, diğeri ise alınan karardan sonra asırlardır İzmir, Mürefte, Şarköy’de yaşayan Rumların toprağını terk ederek Yunanistan’a göçürülmesi ve yine Selanik, Hanya, Resmo’da yaşayan Müslüman Türklerin tanımadıkları bir ülke olan Türkiye’ye göç ettirilmesinden meydana gelen olaylar zincirini tüm hüznüyle tarihsel hafızaya işlemiştir.
Mor Kaftanlı Selanik’te iki farklı ülkenin insanlarının nüfus değişimini işleyen Karakoyun-lu Salkım Hanım’ın Taneleri’nde ise İkinci Dünya Savaşı’nın buhranlı günlerini yaşayan İstanbul’un ve yerlerini Anadolu’dan gelenlere bırakan İstanbul zenginlerinin bu çalkantılı süreçte, Salkım Hanım’ın Taneleri gibi dağılan aile ilişkilerini işliyor. İbrahim Fuad Beylerin şahsında Varlık Vergisi’nin ağır yükünü sırtlayıp Haydarpaşa Garı’ndan Aşkale’ye sürüklenen Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Türklerin göç, sürgün, ötekileştirme, kimlik sorunu gibi yakın tarihin resmi ideolojinin tarihçileri tarafından karartılan yönlerini açığa çıkarıyor.
Yılmaz Karakoyunlu Üç Aliler Divanı’nda Atatürk’e yapılan suikastı, Cumhuriyet’in şemsiyesi altında Cumhuriyetçiler ile İttihatçıların hesaplaşmasını ve yeni “cumhuriyet” anlayışını dile getiriyor. Romanın okuyucuya tanıdık gelen tarafı “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” mot-tosunu okuyucunun zihnine kazıyan Kemal Tahir’in yakın tarih üçlemesinden üçüncüsü olan Kurt Kanunu ile aynı olayı ve aynı kişileri işlemesinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen “İzmir Suikasti” olayına karışan ve karıştırılanların dramını anlatan roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de ortaya koyuyor.
Üçlemesinin ilki olan Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir, Mütareke Dönemi Osmanlı aydınının ve İstanbul’unun işgal güçlerine karşı olağanüstü direnişini anlatırken, serinin ikinci kitabı olan Yol Ayrımı’nda Anadolu’nun emperyalist güçlere karşı verdiği topyekûn mücadelesini ve yüz binlerce insanın kanıyla kurtulan vatanın bağrında verilen demokrasi mücadelesini ve bu bağlamda Serbest Fırka’nın kuruluşunu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmaları, tarihin derinliğinde kalan ayrıntıları ve bu yolda atılan adımların izdüşümünü tarihin hafızasına kazımaktadır.
Üç Aliler denilince Ayşe Kulin’den bahsetmeden geçmek Türk romanının tarihsel hafızaya katkısı eksik bırakmak olur. Kulin, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk kadın seramik sanatçısı Füre-ya Koral’ın hayat hikâyesi olan bu bibliyografik eserinde Kuruluş Savaşı sonrası Cumhuriyet Ankara’sının panoramasını çizmektedir.
Atatürk’ün silah arkadaşlarından General Mehmet Emin Koral’in kızı Füreya Koral, 1935 yılında Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Ali Kılıç ile evlenir ve aynı yıl İstanbul’dan Ankara’ya taşınır, fakat orada ummadığı bir ortamla karşılaşır. Füreya kendi ifadesiyle “çok iyi bildiği Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren aydınlar gibi, Ankara’da münevver bir çevre bulacağını sanmıştır. Devrimin arka plandaki kahramanları, o müthiş kafalar, filozoflar, düşünürler, elbette Paris’te olduğu gibi, Ankara’da da Atatürk’ün yakınında olacaklardı. Ama ne acı ki, Atatürk’ün yakın çevresi bomboş insanlarla doluydu. Hiçbirinde ne kültür ne birikim ne sanat tutkusu vardı. Füreya’nın on beş yaşında okuduğu kitapları bu insanlar duymamışlardı.”
Füreya büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Değil felsefi bir ortamı Tanpınar’ın Mahur Beste’sindeki sanatçı ruhunu bile göremez bu ortamda. Sadece günlük siyaset ve Anadolu aydınlanması adıyla entelektüel temeli olmayan çok yüksek ideallerden bahsedilmektedir.
Oysa Mahur beste yüzlerce yılın kültür birikimidir ve Osmanlı’yı yüksek bir medeniyet ekolü haline getirmiştir. Füreya yalnız değildir. Tanpınar’ın Huzur ve Sahnenin Dışındakiler’i Füreya kuşağının Cumhuriyet çocuklarının açmazları ile doludur.
Aslında Füreya; Fatma Aliye hanımın Vedat’ı olmuştur. Ama cumhuriyetin seçkinler ordusunda Ahmet Mithat’ın Vefa’sı yoktur. Ankara’yı bırakıp İstanbul’a dönen Füreya doğrusu Alilerin hepsinden sıkılmıştır. Tanzimat edebiyatının batıya dönük romancılarının gerçekleştirmek istediği Türk modernleşmesi ataerkil bir karakter kazanmış, modern hanımlar savaş sonrası oluşan jakoben kadronun ihtirasları karşısında tutunamayarak köşelerine çekilmiştir. Oysa Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye’den Ahmet Mithat’a Halit Ziya’dan Hüseyin Rahmi ye kadar hemen tüm romancılar yeni Osmanlı kızlarına batıyı tanımayı dil öğrenmeyi ve okumayı tavsiye eden romanlar kaleme almışlar ve genç kızlar bu öğütleri yerine getirerek, Fransız ihtilalini, Dickens’in romanlarından Londra’nın varoşlarında yaşayan Sanayi devrimin ezdiği insanlığından çıkmış çocuk ve kadınların hayatını, ötekileştirilen ve cadı avına tabi tutulan yahudi ve çingenelerin dramını öğrenmiş, Tolstoy’un Sefiller’inden kötülüğün kol gezdiği Fransa’da insan ve meta ilişkilerini tanımış, bir anlamda romanlar okurunu bulup etkileyerek yeni cumhuriyet için hayaller kuran entelektüel soylu hanımlar yetişmiş ama maalesef, savaşın tükettiği aydın erkeklerin yeri doldurulamamıştır.
Cumhuriyet Türkiyesi bu konuda yalnız değildir. Türkiye’de Osmanlı’nın bakiyesi olan aydınların yaşadığı bu çelişki savaşın bir diğer mağlubu olan Alman toplumunda da yaşanmaktadır. Thomas Mann’ın “Buddenbrooks Ailesi” adlı eseri ile Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” adlı eserleri bu konuyu işleyen tipik birer aile kroniğidir. Eserlerde anlatılan her iki ailenin de ortak özelliği değişen şartlara ayak uydururken eski büyük burjuva aileleri olma özelliğini kaybederek genç nesli yeni şartlara göre hazırlayamamalarıdır. (Bayer;2010, 13) Değişen tek şey iki savaş yaşamasına rağmen “Buddenbrooks”ların malikânesi yerinde kalırken, Cevdet Bey’in torunlarının Nişantaşı’ndaki konağı yıktırarak yerine diktirdikleri lüks apartmanlarıdır. Bir şekilde savaşın yok edici etkilerine rağmen Alman kültür hayatının en önemli hafıza kayıtları olan binaları korunurken, Cumhuriyet dönemi geçmişin hafızasına gereken özeni gösterememiş kentsel dönüşüm adına yok edilen hafıza kimlik buhranına yol açmıştır.
Kulin ve Pamuk Cumhuriyetin burjuva ve bürokratları arasında yaşanan çelişkiyi işlerken Cumhuriyet tarihinin bilinmeyen karanlık bir yüzü de Yavuz Bahadıroğlu tarafından kaleme alınmıştır. Yazarın kendi deyimiyle Zindanda Şahlanış adlı romanda idam talebiyle yargılanan Bediüzzaman’ın hapis ve sürgünlerden dirilip şahlanışını anlatmaktadır. Bu roman cumhuriyetin toplumu laikleştirme sürecine karşı bir insanın tek başına karşı duruş hikayesi ve bu hareketin Anadolu’da sivil bir direnişe dönüşme macerasını işlemektedir.
Said Nursi 1920’lerde sürgün anlamına gelen bir menfîdir ve Şeyh Said olayının ardından olaylara karışmamasına rağmen, Van’daki Medresesi’nden alınarak önce Burdur’a ordan da Isparta’ya sürgün edilmiştir. Romanda geçen bu sürgün olayı resmi ideolojinin kararttığı yakın tarihin bu önemli tarihsel hafızasına projektörü tutuyor ve bir isyan neticesinde maznun adı verilen binlerce masum insanın yerinden yurdundan edilmesini hatırlatıyor.
Bunlardan birisi olan bir âlimin son dönem düşünce tarihine damgasını vuran iman hareketini nasıl başlattığını, sürgünden sonra atıldığı zindanlarda bir avuç saf Anadolu köylüsüyle nasıl bir mücadele verdiği anlatıyor. Romancının Kirazlı Mescid Sokağı adlı çalışması ise Said Nursi’nin talebelerinin sivil direnişin sembolü haline gelen ve resmi ideolojinin baskılarına karşı müspet hareket adını verdikleri eylemlerini ve bu eylemlerin özünü temsil eden kitap okuma ve dini konuları münazara etmeyi nazara vererek Nurculuk adı verilen yakın tarihimizin en önemli toplumsal hareketlerinden birisini konu edinmektedir.
Sonuç
Yukarıda söz konusu edilen romanlar bu çalışmanın sınırlılıkları içinde örneklem yoluyla seçilmiş eserler olup, sayısal olarak tarihî romanların çok küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Bu eserlerden bir genelleme yapacak olursak netice olarak diyebiliriz ki; Tarihsel romanlar toplumsal hafızanın oluşumunda önemli rol oynayan edebi eserlerdir. Her ne kadar Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli simalarından birisi olan Tanpınar’ın doğu toplum-larından romancı çıkmayacağını kinaye edercesine Müslüman âleminin tek romanı 12. yüzyılda Endülüslü İşraki düşünür İbn Tufeyl’in yazdığı “Hay bin Yakzan”ıdır dese de Tanzimat’tan sonra romancılarımız günümüzde artık klasikleşen çok önemli eserlere imza atmışlardır. Türk romancılığının başlangıcından günümüze dek gelişen süreçte bir Dostoyevski bir Tolstoy yetişmese de son dönem Osmanlı yazarlarının arasında Şemseddin Sami’nin Taaaşuk-i Talat ve Fitnat’la başlayan Ahmet Mithat’ın Yeniçerileri ile gelişen ve sonrasında Namık Kemal’in İntibah ve Cezmi’siyle devam eden süreçte Sami Paşazade ‘nin Sergüzeşt’i Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası, Nabizade’nin Karabibik ve Zehra’sı, Selma Rıza’nın Uhuvvet’i Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah ve Aşkı Memnu’su Mehmet Rauf’un Eylül’ü Türk romanına öncülük etmiş olan tarihsel hafızanın çok önemli hafıza kayıtları olmuştur. Cumhuriyetle birlikte modernleşme ve asrileşmenin göstergesi sayılan roman okuyuculuğunda 1918’den sonra yazdığı Çalıkuşu ile Reşat Nuri Güntekin, Cumhuriyet dönemi romanı için kuruculuk vazifesi görmüştür. Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa ve Abdülhak Şinasi Hisar Cumhuriyet romanında gelişmeyi sağlayan önemli isimler olmuştur. 1960 ve sonrasında eserlerini veren Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal romancılığın kemale erdiği dönemi yaşamışlardır. Son dönemlerde artarak gelişen biyografik roman türünde ise Necati Cumalı, İlhan Selçuk, Oğuz Atay, Zeynep Oral, Sadık Yalsızuçanlar ve yukarıda adı geçen Hıfzı Topuz, Atilla İlhan gibi romancılar önemli eserlere imza atmışlardır.
Bu romanların hemen hepsi toplumsal hafızanın inşasında büyük yarar sağlamış, bazen yeniden yaşatılan gerçeklerle bazen de hayal kahramanlarına can verilerek dönemin siyasi ve toplumsal olayları okuyucunun muhayyilesinde canlandırılmış, hafıza mekânları canlı tutulmaya çalışılmış, günümüz toplumunun yaşamadığı, bilmediği, tanımadığı yerler, desenler, mekânlar insanlar ve eserler ile mazinin karanlık köşelerinde saklı kalan olay ve olgular yeniden inşa edilmiş ve toplumsal hafızanın oluşmasına önemli katkılar sağlamıştır.
Kaynaklar
Altan Ahmet, İsyan Günlerinde Aşk, İstanbul, 1998
Argunşah, Hülya, Hayal ve Hakikat, İstanbul, 2012.
Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman (Türk Tarihi İle İlgili)Doktora Tezi, İstanbul, 1990.
Aytamatov, Cengiz; Gün Olur Asra Bedel, İstanbul, 2013.
Bahadıroğlu, Yavuz, Kirazlı Mescit Sokağı, İstanbul, 1997.
Bahadıroğlu, Yavuz, Zindanda Şahlanış, İstanbul, 1997.
Başaran, İnce, Gökçen, Medya ve Toplumsal Hafıza, Kültür ve İletişim, 2011.
Bayer, Gamzenur Nergis, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları ile Thomas Mann’ın Buddenbrooks adlı Romanlarında Aile ve Toplum Eleştirisi, Ankara, 2000.
Bilgin, Nuri, Geçmişin Araçsallaştırılması, Tarih ve Kolektif Bellek II. Toplumsal Tarih (174): 2008, 34-40,
Bitik, Başak; Okurunu Arayan Romanlar:
19.Yüzyıl Osmanlı-Türk Romanlarında Okur Profili, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009.
Gross, Toomas, Anthropology of Collective Memory: Estonian National Awakening Revisi ted. Trames, 2002, 342354.
Hanioğlu, Şükrü, Tarih hızlanır, hafızanın kaynakları demokratikleşirken, 3-13-2011 Tarihli Sabah Gazetesi Karaca, Alâattin, Dragomanlar Ülkesinde Bir Aydın: Kemal Tahir, Kitap Zamanı Dergisi, Sayı 50, Mart 2010 Karakoyunlu, Yılmaz; Güz Sancısı, İstanbul, 2012.
Karakoyunlu, Yılmaz, Mor Kaftanlı Selanik, İstanbul, 2012.
Karakoyunlu, Yılmaz; Çiçekli Mumlar Sokağı, İstanbul, 2012.
Karakoyunlu, Yılmaz; Salkım Hanım’ın Taneleri, İstanbul, 2012.
Karakoyunlu, Yılmaz; Üç Aliler Divanı, İstanbul, 2012.
Kulin, Ayşe, Füreya, İstanbul, 2013.
Nora, Pierre, Hafıza Mekânları, Ankara, 2006.
Pamuk, Orhan, Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul, 1982.
Sancar, Mithat, Geçmişle Hesaplaşma, Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim, 2007.
Topuz, Hıfzı; Hatice Sultan, İstanbul, 2000
Topuz, Hıfzı; Hava Kurşun Gibi Ağır, İstanbul, 2011
Topuz, Hıfzı; Meyyale, İstanbul, 1998
Topuz, Hıfzı; Paris’te Son Osmanlılar, İstanbul, 1999
Topuz, Hıfzı; Taif’te Ölüm, İstanbul, 1999