Roman-gerçek ilişkisi
Konuya romanın gerçeklikle ilişkisinin ne boyutta olup olmadığını anlamaya çalışarak başlamak en doğrusu olur sanırım. Oluşturulmasında düşünce, kurgu, hayal dünyası ve hissin uyumlu bir şekilde harmanlanması gereken bir edebiyat dalıdır roman. Yaşananlar kadar yaşanması muhtemel olanlarda bu edebiyat dalının konusudur. Roman ve benzerleri olarak değerlendirilebilecek “hikâye, masal, destan ve mesnevî gibi eserleri; araştırma, biyografi, hatıra ve seyahat kitaplarından ayıran en temel özellik, ilk kısımda yer alanların tamamıyla itibari oluşudur.”1 Yani bir romanda yaşananlarla, yaşandığı varsayılanlar, yaşanma ihtimali olanlar iç içedir.
Bir romandan yaşanmış olanların birebir aktarılması değil, kendisini roman formatına sokacak, edebiyat ve sanatın evrensel niteliğini taşıması beklenmelidir. “Hayatın gerçeği ile romanın gerçeği birbirinden farklıdır.”40 41 Ancak bu farklılık yalan, uydurma, çarpıtma olarak değil, yazarın eserine roman özelliği kazandırabilmesi için olay üzerinde yaptığı katkı farklılığı şeklinde olmalıdır. Bunu, bir tarihi eserin restore edilmesiyle örneklendirebiliriz. Aslına uygun restore edilmiş bir tarihi yapı, tarihsel olma özelliğini kaybetmez. Ancak diyelim ki bu restorasyon sırasında, tarihi binanın çürümüş olan su olukları değiştirilmiş olsun. Bu su oluklarını, binanın tümü gibi, tarihi olarak nitelemek mümkün değildir. Tarihi romanları da bu örnekteki gibi değerlendirmek, esere bir bütün olarak yaklaşmak gerekir. Tüm bölümlerinin, parçalarının tarihi doğruları içerdiğini düşünmek doğru değildir.
Tarihî romanlar iki boyutlu doğruları ve gerçekleri bünyesinde barındırır. “Birincisi tarihî, bilgisel gerçekler; diğeri ise felsefî, olgusal gerçeklerdir.”42 Felsefî gerçek; romana konu edilen olayın, kişilerin, çevrenin, konuşmaların ve ilişkilerin gerçek hayatla uygunluk göstermesidir. Bütün bunların ustaca bir araya getirilmesi eseri iyi bir roman yapar. Lakin aynı eserin, tarihsel gerçeklerin zıddına ya da çarpıtılmasına imkân verecek şekilde ortaya konması, okuyucunun esere güvenini zedeleyebilir. İyi bir roman olarak kabul edilen eser, güvenilir bir tarihi roman sınıfına giremez.
Ancak bu aşamada şu çok önemli nokta da asla göz ardı edilmemelidir. Bir tarihsel bilgi -her ne kadar kaynaklara dayansa da- hayatın gerçeği ile örtüşmüyorsa, bir roman yazarı bu tarih-
sel bilgiyi olduğu gibi romanında işlemez, işleyemez. Bu romanın kurgusallığına, anlatımına ve akıcılığına zarar verir. Roman yazarı, bu tür bir tarihsel bilgiyi satırlara dökerken, mantıksal nitelik kazandırılacak şekilde değiştirmek zorundadır. Ya da kurgusal ekleme ve çıkarmalar yaparak felsefî gerçekliğe uygun hale getirecektir.
Bir roman okuyucusunun, elinde tuttuğu kitabın gerçekle hayal dünyasının giriftleştirilmiş bir edebiyat eseri olduğunu iyi bilmesi gerekir. Bu bilgiyi içselleştirmiş okuyucu, romandan tarihi öğretmesini beklemez. Ancak eserin, gerçeğe en yakın şekliyle kurgulanmış olmasını, anlatılanların ve verilen bilgilerin tarihi döneme uygunluk arz etmesini isteyebilir. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, tarihî bir romandan beklenen, tüm boyutları ile tarih anlatması değil; tarihe ilgi çekmesi, onu gündeme getirmesi, ön plana çıkarması ve sevdirmesidir.
Tarihî romanlarda yazar faktörü
Bir romanın ortaya çıkmasında olayın kendisi kadar; düşünce, his, hayal dünyası ve kurgunun önemli olduğunu söylemiştik. Esere bu denli kendinden değerler katması gereken yazarın, gerek tarihi gerekse güncel bir olayı salt gerçeklik açısından ortaya koyması düşünülebilir mi? Sebepleri ve sonuçları belli olan bir tarihsel dönemi ya da olayı romanlaştıran yazar; eserini, bireysel dünya görüşü, inancı, merak ve ilgileri gibi faktörlerin etkisinden ne kadar uzak tutabilir? Bunlarla birlikte yazarın mensubu bulunduğu toplum, yaşadığı çevre, hissettiği aidiyet ürettiği eserin satırlarına sinecektir.
Sözgelimi 1453 yılını romanlaştıran bir Müslüman Türk yazarla, Hıristiyan Batılı yazarın yaşananlara yaklaşımı aynı olmayacaktır. Müslüman Türk yazara göre savaşın sonucu büyük bir zaferdir. Muhteşem mücadeleler verilmiş, destanlar yazılmış, İstanbul fethedilmiştir. Hıristiyan batılı yazara göreyse sonuç tam anlamıyla hüsrandır. Başarısız olunmuş, facialar yaşanmış ve İstanbul işgal edilmiştir. Aynı şekilde bir roman yazarı, Çaldıran Savaşı’nın sonucunu tarihsel olarak bilmesine rağmen bu bilgi ile hareket etmez. Ya Şah İsmail olur, onun gözünden dünyaya bakar, yaptığı hataları yapar, sonuç olarak savaştan Hatai olarak çıkar. Ya da Sultan Selim’in dünyasına girer, onunla birlikte askeri ve siyasi doğruları yapar, düşmanını yener ve Çaldıran’dan, Yavuz olarak ayrılır.
Aynı dönemi, kahramanlarının gözünden değil de üçüncü bir göz olarak anlatan yazardan, yaşananların tıpatıp aynısından ziyade gerçeğe en uygun olan istenebilir. Çünkü bir roman yazarından beklenen, tarihte yaşananların gerçeği kadar, kurgusal yani metin içi gerçekliktir. Bir tarihçi savaşın sebeplerini, sonuçlarını, orduların sayılarını, savaş esnasında ölenlerin sayısını maddeler halinde sıralayabilir. Ancak bir roman yazarı için çoğu zaman bunların hiç önemi olmayacaktır. Savaşı kazanan tarafta olmasına rağmen, sevdiği genci o savaşta kaybeden bir kadının dramı onun için daha öneme haizdir.
Bu yüzden olsa gerek “Romanla hayat özdeş değildir.” demiştir Rasim Özdenören.”43 Zaten roman hayatla özdeş olsaydı, roman yazarı, eserindeki karakterin 24 saatini anlatmalı hiçbir ayrıntıyı atlamamalıydı. Oysa romanda yeri gelir yıllar atlanır, yeri gelir kısacık bir sahne sayfalar dolusu anlatılır. Benzer bir şekilde Milan Kundera “Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş, olup bitenler değildir. İnsan olanaklarının alanıdır. İnsanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir.”44 der. “Romanı yanlış bir ciddiyetle ele almak; gerçeğin hikâyesi, bir hayatın ve devrin tarihi olarak görmek, bir belge ya da tarihçe olarak kabul etmek mümkün değildir.”45
Roman yazarı, konu edindiği tarihsel dönemin bilinmeyenlerini ve boşluklarını, hayal gücüne ve hislerine başvurarak tamamlamak zorundadır. Çünkü roman ve roman benzeri edebiyat dalları kurgusal eksikliği kabul etmez. Böyle bir durum yazarın yetersizliği olarak algılanır ve ayıplanır.
Bir başka unsur, roman yazarının, eserine konu olan kahramanı merkeze alarak olaylara yaklaşması gerçeğidir. Celalettin Rumi’nin küçük oğlu Alâeddin Çelebi’nin gözünden romanlaştırdığım bir eserimi bu duruma örnek verebilirim.46 Bilindiği gibi Alâeddin Çelebi babasına ve Tebrizli Şems’e muhalif bir kişiliktir. Ben bu muhalifliği, kahramanım açısından sağlam temellere, güçlü dayanaklara oturtmalıydım ki, Alâeddin Çelebi’nin karşı oluşunu meşrulaştırayım.
C. Rumi ve Şems’in konumu ne olursa olsun, diğer insanlar onlara nasıl bakarsa baksın benim için önemli değildi. Benim için önemli olan romanımın kahramanı Alâeddin Çelebi’nin babası ve Şems’i nasıl gördüğüydü. Mevlevilik anlayışına başkaldırması ve Ahilerin saflarına geçmesini gerektiren şartlardı. Ben romanımı genel anlayışa göre değil, tarihi bilgilerin ışığında, Alâeddin Çelebi’nin dünyasına göre kurgulamaya çalıştım. Çünkü eser, onu merkez edinerek kaleme alınmıştı.
Tarih romanlaşmalıdır
Şimdiye kadar söylediklerimiz ışığında şöyle tespit yapabilirim; tarihi roman yazarından tarihi tekerrür ettirmesi beklenmemelidir. Ondan beklenen dönemin kahramanlarının duygularını, acılarını, sevinçlerini ve tarihe kattıklarını okuyucuya bir bütünlük içinde hissettirmesidir. Yazar, bahsettiği tarihsel dönemi kendi merkezine çeker ve sanatını icra ederek ona yeni bir kimlik kazandırır. Bir tarihi dönemin yalın olarak anlatılması romanın ruhuna aykırıdır. Hiçbir roman okuyucusunun, tarih romanından ya da onu ortaya koyan yazardan böyle bir beklentisi olmamalıdır. Arının çiçeklerden polen toplayıp bal yapması gibi, tarihsel bilgileri toplayan yazar, bu bilgileri kendi potasında yeni bir şekle sokar ve okuyucuya sunar.
Aslında meselenin gelip düğümlendiği nokta, her alanda olduğu gibi tarihi bilgileri edinme durumunda da insanların kolaycılığa kaçma hastalığıdır. Herhangi bir tarihi romandan ya da filmden, tarihi gerçekleri bütün yönleriyle öğreneceğini sanmasıdır. Elbette, roman yazarının, eserini, tarihsel doğrulara uygun şekilde kurgulaması beklenebilir. Bu konuya hassasiyet gösteren bir yazar daha çok değer görecek, eserine güven duyulacaktır. Ancak böyle olması yazarın inisiyatifindedir. Her halükarda Roman, müellifin hayal dünyası ve bilincinin izdüşümüdür.
Sonuç olarak tarih romanlaştırılabilir; romanlaştırılmalıdır da! Çünkü tarihin yeni nesillere sevdirilmesi, toplumların gönlünde ve bilincinde yer etmesi ve ondan ders alınması gerekir. Bunun için sadece maddeler dizini ya da sayısal ifadeler yeterli olmayacaktır. Koç Köroğlu’nun zulme başkaldırışı, Malkoçoğlu’nun kahramanlıkları, Büyük Sultan Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıları bile hayretler içinde bırakan mücadelesi, denizleri düşmana dar eden Barbaros, Büyük seyyah Evliya Çelebi, Karacaoğlan vs. vs. Bu toprakların kültürüne harç olmuş bütün değerlerimizin, insanımıza yeniden sunulması için romanın büyülü, coşturucu ve sürükleyici diline ihtiyaç vardır. Özellikle gençlerimiz ve çocuklarımız için, doğru bir tarihi roman kültürüyle, ciddi altyapı oluşturulabilir.
Muhakkak ki her sanat dalında olduğu gibi edebiyatta, dar anlamla tarihî romanlarda da menfi örnekler ortaya çıkacaktır. Bu durum, tarihin romanlaştırılmasına olumsuz bakmayı gerektirmez. Eninde sonunda, kötü olan iyisini daha değerli kılacaktır. Tarihi romana evet demeliyiz ki aksini iddia etmek mümkün değildir. Fakat bu evet deyişimiz, romanlaşmış tarihin, gerçeğin ta kendisini ifade etmediğini idrak ederek olmalıdır.
Kaynaklar
Aktaş, Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yay., Ankara 1991.
Çıkla, Selçuk, Hece Dergisi, Sayı 65, 66, 67, Mayıs, Haziran, Temmuz 2002.
Koçak, Murat, Aşkın Kurbanları, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2012.
Kundera, Milan, Roman Sanatı, (çev. İsmail Yerguz), Afa Yay., İstanbul 1987.
Özdenören, Rasim, Edebiyat ve Hayat, Zambak Yayınları, İzmir 2012.
Wellek - R., A. Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (çev. Ahmet Edip Uysal), Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1983.