Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet   Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet Powered By GSpeech
(Okuma süresi: 4 - 8 dakika)
Bunu okudun 0%

sadik yalsizucanlar

sadik yalsizucanlar
Romanla tarihin gerilimli ilişkisinden bahsetmeye başlarken iki ayrı dil- anlatı alanından- disiplinden bahsediyoruz. Biri disiplin, biri daha özgür, özerk bir estetik alanından bahsettiğimizi vurgulamamızda yarar var. Tarih geçmişte ve bugün yaşanmakta olanlarla ilgili onları anlatan, aktaran bir disiplindir. Edebiyat özneldir, ama tarihin de mutlak anlamda nesnel olmadığını vurgulamamız lâzım. Kaldı ki nesnellik iddiasında bulunanlarda, bu iddialar başta olmak üzere, kendi öznel bakış imkân ve zaaflarıyla baş başalar. Tarih en nesnel olanın da tanıklığıyla, bize bu alanın neden öznel olduğunu gösteren sayısız örneklerle doludur.

Genellikle tarih biliyorsunuz yönetenlerin, muktedirlerin belirlediği sınırlar içinden yazılıyor. Hegel’i hatırlayalım. Hegel; ”Tarih, kabullenilme isteğinin tarihidir.” diyor. Bu kabullenilme isteği muktedirlerin giderek din üzerinde de bir baskı alanı oluşturmalarına yol açıyor. Zaten bir şey dile gelince kamusal alana dâhil olduğundan bu abartılı bir şekilde yönlendiri-lebiliyor, değerlendirilebiliyor. Bütün bunlardan bağımsız bir şekilde daha safdilliğe varan bir iyimserlik içinde tarih yazımının olabildiğince nesnel olduğundan bahsetsek bile o tarih yazıcısının algılarının, ilgilerinin de sınırlayıcı ve belirleyici olduğunu hatırlamamız yerinde olur. İnsanın beş duyusundan olan görme ve görüşte de sınırlanmışlık, belirlenmişlik söz konusu olur. Bu bile tarih yazıcısının görme biçimiyle ilgili bize öznellik imasında bulunabilir. Tarih yazıcısı böylesi zaaflarla malûlken, tarihî roman denilen alan, dil son derece mayınlı, riskli, tartışmalı ve sorunlu bir alandır. Burada tarih kurgusu edebiyatta, yani tarihî romanda ve sadece onunla da sınırlı tutmayalım. Mesela Şeyh Bedrettin Hazretlerinin modern dönemdeki fotoğrafı büyük oranda Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’ndan sonra belirlenmiş ve oluşmuştur. Onun o otantik gerçekliğiyle çok az ilişkisi olduğunu sıkı araştırmacılar biliyorlar. Yani Şeyh Bedrettin gerçeklik açısından belki de edebiyatın en fazla kurban ettiği kişilerdendir. Bunu son dönemlerde biraz meselâ Yunus Emre’de de gözleyebiliyoruz. Tarihi bir dönem anlatırken daha çok kişiyi merkeze alarak kurulan anlatılarda Yunus Emre konulu romanlar, tiyatrolar otantik gerçeğine oldukça uzaktır.

History’nin kök anlamında “oyun” var. Aynı drama gibi. Edebiyatla tarih arasında dramatik bir ilişki de var anlam bakımından. Tarih de oyun, ama edebiyat tamamen oyun. Biz tarihi daha çok muktedirlerin belirlediği, tarih yazıcısının da bunun içinden konuştuğu bir alan olarak gördük. Bilhassa Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra nerdeyse köktenci bir biçimde dışlanılan veya unutturulmaya çalışılan Osmanlı, Selçuklu veya daha önceki tarihimizle ilgili yapılan, yazılan kitaplardan, romanlardan takip edebiliyoruz. Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonraki o kaotik süreçte tarihin diğer toplumlarda da beliren biraz tepkisel, dolayısıyla da patolojik bir tutum gözleniyor. Bu edebiyatta da gözleniyor. İnsanlar genelde iki uca savruluyor. Tarihe kaçmak ve tarihten kaçmak. Ya yok saymak ya da yaşadığı zamanın tamamen dışında tarihte yaşamak şeklinde bir eğilim, ikisinin de patolojik tarafları var.

Şeyh Bedrettin’den bahsettim, malûmunuz Kültür Bakanlığımız fıkıh eserlerini yayınladı. Yasal mevzuatımızın Mecelle’ye kadar temel aldığı hukuk metinlerini yazmış bir fakihtir. İmam Malik kadar bir müçtehid kabul edilir fakihler tarafından. Bu alanda beş eseri var. Bunun tamamı yayınlandı. Baskın kişiliği fıkıhçı kişiliğidir. Ama Ekber-i İrfan’dan da beslenmiş bir derviştir. Hüseyin Ahlatî adında Mevlevî üstadının eğitiminden geçmiş bir zat. Muhittin Arabî’nin eserlerinden faydalanmış, bunu el-Varidat isimli eserinde görürüz. Bu eser sonradan notlarının toplanmasıyla oluşturulmuştur. Ama Fetret Devri’nde Çelebi Mehmed ve Musa Çelebi arasındaki siyasî gerilime kurban gitmiş bir zattır. Hatta ayaklandığına dair tarihsel kroniklerde hiçbir ciddi bilgi yok.

Meselâ rahmetli Kemal Tahir’in büyük çabayla kurduğu Devlet Ana adlı anlatı -ki iki kuruluş anlatısı var biliyorsunuz; Tarık Buğra’nın Osmancık ve Kemal Tahir’in Devlet Ana isimli anlatıları- bu da manidardır, çünkü Kemal Tahir’in kendi beyanından çok -daha çok kendini Doğu-Batı geleneğinin içinden yorumlayan bir yazar Kemal Tahir- kendi ifadesinden okumakta yarar var: “Ben tarih konulu romanlarımı Batılı Efendi’ye, Efendim bunalımdasınız alın bununla biraz oyalanın, eğlenin diye yazmıyorum. Beri bak hayvan, soyguncu olduğunuz için bunalımdasınız. Seni bu bunalımdan ya ölüm kurtarır ya da bu soygunculuktan vazgeçmen lâzım. Bak sana senden üstün insanı gösteriyorum. Bunaltın artsın diye yazıyorum. Yani Batının satılmış alçakları gibi değil, Doğu’nun gerçek devrimcileri gibi yazıyorum.” Böyle bir ideolojik devrim üzerinde tarihi okumanın da belli zaaflar içerdiği malum. Tabi üstada saygısızlık ta yapmak istemem. Ama o hakikaten bu çileli yaşamında hapishanede derviş gibi yaşamış. Binlerce sayfa not alarak üstelik daha biliyorsunuz bazı kroniklerden notlar devşirerek tarihî romanlarını yazmıştır.

Osmanlı arşivleri şuan klasör düzeyinde tasnif aşamasında, uzmanlar, bu işi yürüten hocalarımız tematik düzeyde daha 25 yıl süreceğini söylüyorlar bu tasnifin. Ciddi anlamda bir tasnif yapılıyor, öyle kaplumbağa yürüyüşü falan da değil. Bu klasörlerin içerisinde binlerce, hatta bazılarında on binlerce belge var. Mesela daha dün gördüm, bir hocamız bir kitap hazırlıyor. Niyazi Mısrî’yle ilgili 500 adet yeni belge çıkmış. 2-3 yıllık tasnif içinde. Mesela daha geçen yıl Tabduk Emre’nin dergâhının Nallıhan’da olduğuna dair kesinleşen 12 tane yeni belge çıkmış. Yunus Emre’nin Nallıhan’da gönül eğitiminden geçtiği, gezdiği, dolaştığı vs. Meselâ Devlet Ana’da Yunus Emre’nin Karamanoğlu Mehmed Beyle görüştüğü, eserini ona sunduğunu yazar. Tabi tarihi roman, tarihî gerçekliği % 100 yansıtacak diye bir kayıt yok. Ama meselâ Devlet Ana’da bir dil inşası da var. Dede Korkut’tan, Naima’dan... Yer yer şunu da hatırlayalım. Bazen de meselâ Çorum hapishanesinde, Çorumlu mahkûmlar gibi çok argo konuşuyor. Yunus Emre’nin argo konuşmasının benim açımdan herhangi bir sakıncası yok, ama tarihsel olarak böyle olmadığına ilişkin en azından öngörülerimiz var. Çünkü 40 yıllık bir gönül eğitiminden geçmiş bir insan. Bir defa bir dil eğitiminden geçmiş bir insan. “Evladım bu ne?” der. “Ceviz efendim, der.” “Hayır, evladım koz1 der.” Yani diline yetecek yaygın kelimeleri kullanmaktan men eder. Uzun süre susmayı, diline sahip olmayı öğretirler.

“Baba İlyas’ lığı da bırakıver. Kişinin avradından başka her şeyi bölüşülmelidir.” gibi sözleri rahmetli, Yunus’a atfeder, ama onun böyle sözleri yok. Özellikle Torlak Kemal’de böyle bir şey atfedilir. Ama Şeyh Bedrettin’in böyle bir şeyi zaten yok. Sosyal adaletçi bir yanları var.

Bir de daha periferi de bırakılan Türkmen ve Ahmet Yaşar Ocak hocanın deyimiyle analizi kolaylaştırmak için heterodoksi diye geçtiği ve tamamını o torbaya doldurduğu bütün, aslında deyim yerindeyse hakiki irfan yolunun mensuplarının pek çoğu, meselâ Cavlaklar biraz daha özel bir alan. Cavlaklar, Devlet Ana’da çok yer tutar. Cavlaklarla ilgili çok ayrıntıya girmeye çalıştım. Tabi burada Kemal Tahir’i eleştirecek değilim, Devlet Ana muazzam bir eser. Tabi biraz da Osmanlı arşivlerinin daha tasnif edilmemesinden de kaynaklanıyor. 20000-22000 civarında Osmanlı’nın Balkanlar’da kurduğu vakıflar varmış. Mevlüt Çam ağabeyle bir görüşme yapmıştık geçenlerde, “bu sayının ben 40000’i bulacağını tahmin ediyorum” dedi. Yani daha vakıf arşivleri yeni yeni tasnif ediliyor. Tabi 1300, 1400, 1500’lerin toplumsal, kültürel, iktisadî hayatını bir roman dili içerisinde anlamak gerekir ama böyle bir iltibas hala var.

Âşık Yunus, 3-4 tane Yunus var. Bildiğimiz Yunus Emre, Âşık Yunus değil. Âşık Yunus ondan 100 küsür yıl önce Bursa’da yaşamış. Divan’ı da olan bir zat. Bildiğimiz ilahilerin birçoğu, mesela Sordum Sarı Çiçeğe vs. Âşık Yunus’a aittir. Şimdi Umberto Eco’nun denemelerinde bir şey geçiyor. Tarihi yağmalamak diye bir şey geçiyor. Kutsalı yağmalamak. Meselâ bunun uç örneği Salman Rüşdü’nün Şeytan Ayetleri kitabı kutsalı ters yüz etti. Tarihin ters yüz edilmesi tarih-roman ilişkisinin en dramatik noktalarından biridir. Sevinç Hanım girişte belirttiler. Ben ismini de vereyim zannediyorum Muhteşem Yüzyıl söz ettiği dizi. Bir bölümünde Şehzade Mustafa’yla bir gözdesi konuşuyorlar. “Uzaklara gidelim, bizi bulamayacakları bir yerlere sevgilim” dedi mesela. Bu da tolere edilebilir bir şey ama bu çok anakronik bir şey yaratıyor. En azından biraz daha özenli olunabilir. Amerikan, İngiliz yapımı dizilere baktığımızda bu kadar özensizlik görmüyoruz. Yani Gladyatör’ün kamera arkası belgeselini seyrettim. Sadece 2 yıl, 12 bilim adamı danışmalığında çalışılmış, 5-6 senarist çalışmış. Tabi bizim tarih konulu Yeşil-çam filmlerinden meselâ şimdi biz Battal Gazi üzerine bir belgesel çalıştık. Eski Malatya’ya, şimdiki Battal Gazi beldesine gittik. Bir hafta kadar kaldık. Bir şeyi de kaydettik. Halka sorduk sokaklarda “Battal Gazi kimdir, seyrettiniz mi?” Diye. İnanın abartmıyorum 10 kişiden 4’ü, 5’i “Cüneyt Arkın’dır” dedi.

Son olarak da Pir Sultan Abdal’la ilgili algı. Hem destanlar yazıldı, tiyatro eserleri, romanlar yazıldı. 6 Pir Sultan Abdal var. Haydar Deligöz hocam doktora tezi yaptı. 17 sene çalıştı. 3 tane şiiri var 16. Yüzyıldan, divanı da yok. Malûm menkıbe, Hızır Paşa’yla alâkalı çok sonradan oluşturulmuş. Pertev Nail Boratav’la Abdulbaki Gölpınarlı derlemişler, 20’li 30’lu yıllarda oluşan bir menkıbeden bahsediyoruz. Pir Sultan Abdal tarihinden bir ânda çekilerek, tarihi gerçekliğinden tamamen uzaklaştırılarak kurgulanmış. Zaten belli bir pozisyondan okunuyor iktidar ilişkilerinin içinden. Son olarak Devlet Ana’da dikkatimi çeken başka bir şey. Büyük bir hayranlıkla okumuştum. Şimdi tekrar okuduğumda biraz farklı verilerle baktığımdan ahilikle ilgili meselâ bilgi ve veri eksikliğinden kaynaklanan şeyler gördüm. Meselâ “devlet kulusunuz” diyor işte “Bağdat’taki halife ahilik şeti kuşanınca ahi mi oldu sanıyorsunuz” diyor.

“Sizi kul etmek için yapıyor onu.” Bu en azından meselâ ahilere biraz bühtan gibi geldi bana. En azından tarihî gerçeklikle uyuşmuyor. Ankara’da bir ahi devleti kurulduğunu biliyoruz. Bağımsız değilse de, yarı özerk bir devletin. Ahi zümresi ve ona bağlı vakıflar Osmanlı’da iktisadî hayatın her şeyini oluşturuyor. Ömer Lütfi Barkan rahmetli bu iktisadi hayatı araştırırken kendi ifadesiyle “kolonizatör Türk dervişleri”ne ulaştı. Mutlaka onların tarihine bakmamız gerekir. Ahi zümresi neredeyse yarı özerk bir zümreydi. Avusturya-Macaristan, o zamanki adıyla Bosna Sarayı’nı işgal ettiğinde bir dirençle karşılaşıyor, fakat asıl şehrin yapılarına, ilişkilerine, iktisadî varlığına nufüz etmeye çalıştığında bir isyanla karşılaşıyor. Nedir bu diye şaşırdıklarında, “vakıflarına dokundunuz” diyorlar. “Vakıf ne demek ya diyorlar?” Ve o vakıflar işgal sürecinde bile yarı özerk kalmışlar. Dolayısıyla fütüvvet öğretisinden gelen ahi zümresinin...

Comments powered by CComment

More articles from this author

Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Powered By GSpeech