Modern romanın gerçeklik algısına değini
On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın yarısına kadar roman, akılcı ve aydınlat-macı felsefelerin oluşturduğu bir “bilinçlilik” düzlemi üzerinde yürür. İdeolojik, dinsel veya mistik sapakların kesiştiği kavşak, tarihsel, olgusal ve deneysel bilginin kurduğu “bilinç” kavşağıdır. Romandaki anlatıcıların ve kişilerin bakış açıları, bunların olaylar ve ilişkiler ağı içindeki tavırları, diyalektik, epistemolojik ve ideolojik bir arka plana ve ortama sıkı sıkıya bağlıdır.
Romanlardaki her türlü olay hatta kurgu, bilinç düzleminde var olan bir nedensellik bağı ile bağlıdır. Modern roman, Nurdan Gürbilek’in dediği gibi “hem modernliğin hem de modernliğe yönelik direncin, modernliğe göre yeniden tanımlanmış bir yerliliğin inşa edildiği alandır” (Gürbilek 2004:176). Modern romanın bu bilgi, bilinç ve gerçekliği, farklı düzeylerde yansır. Modern bilinç, bazen, sosyo-ekonomik yapılanmanın içinde bir burjuva inşa eder biçimde görünür. Bazen anlatıcı ve kişilerin eylem ve konuşmalarında bilgiç ve kesin inançlı olarak görünür. Bazen de varoluşsal bir arka plan olarak hayatı biçimlendirmek ister. Bu süreçteki roman eleştirisi de sözü edilen bilinç düzlemine bağlı bir modern değerler sistematiğinin ürünüdür.
Modern değerler sistematiğinin en önemli etmeni olan bilimlerden fizik ve psikoloji alanındaki gelişmeler, yazarı, insan ve hayat ilişkisini, bilinçaltında yoklamaya da yönlendirir. Bilinçaltına uzanan romancı bütünüyle dışsal gerçeklikten kopmaz. Sorgulamalar, arayışlar, eleştiriler, umutsuzluklar, isyanlar bilinç-bilinçaltı arasında bazen yüzeye çıkar bazen derine inerler. Newtoncu gerçekliğin yönettiği duyulardan, düşüncelerden ve bakış açılarından kuşkuya düşen; son yüzyılın acılarını çok çeken; yürüyen hayatta sordukları sorulara cevaplar bulamayan; “öteki”ne egemen olmaktansa kendi varlığının ve duruşunun kaynaklarını problem edinen yazarlar, bilinçaltına yönelirler. Örneğin Jung, Freud ve Proust’un izinde Tanpınar, mistik birikimi ve rüyayı da işin içine katarak, gerçek ile gerçek üstü arasındaki köprüyü kurmaya çalışarak yeni bir hafıza yapmak ister. Bilinçaltı, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi yazarlarda, kimliksizliğin ve kişilik arayışının kentle ilişkilerini işaret etmeye yarar. Fakat bazı roman kişileri de, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında, kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını yoklama gibi bir ameliye ile meşgul olamayacak kadar bilinçten uzaklaşır ve koyu bir umutsuzluğa kapılırlar.
Postmodern romanda modern gerçeklik algısının yitimi
Bilinçaltı, insanın derin ve örtülü gerçekliğinin nedensellik kaynağı olarak; bilinç akışı ise, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını öyküleştirme tekniği olarak yaşamaya devam etmektedir. Başka bir deyişle hâlâ romanımız önemli ölçüde bilinçle ve bilinçaltıyla ampirik dünyaya bir şekilde bağlıdır. Fakat aynı zamanda yirminci yüzyılın daha ilk yarısından itibaren akılcı ve aydınlatmacı felsefelerin beslemesiyle büyüyen gerçeklikten kuşku duyulmaya başlanır. Deneysel ve olgusal gerçeklik, bütünlüğü ve kesinliği olan bir gerçekliği ortaya koyamamıştır. Bilginin ve yargıların göreceliği ile oluşan şey, inanç kaybı ve çoğulcu bakış açısıdır. İnanç kaybı romandaki nedensellik kaynaklarını altüst eder. Romanlar (ve diğer anlatı türleri), “kendine yeterli bir dünya olan metin”lere dönüşürler. Olgusal, deneysel ve tarihsel nedenselliklerinin yerini gerçeküstü uyaranlar ve rastlantısallık almaya başlar. Anlatılar, Eco’nun dediği gibi “imgeler ormanına” dönerler.
“Roman”dan “anlatı”ya geçiş aynı zamanda kahramandan bireye, bireyden metinsel varlıklara geçiştir. Başka bir deyişle, kişileri, olayları ve bilgileri ile bu anlatılar, postmodernizmin simülatik çocuklardırlar. Postmodernizm, rasyonel modernist sistematiğe karşı koyacak bir merkez kuvvet bulamadığı için, değerleri eşitleme yoluna gider. Fakat bu eşitleme, göreceli gerçeklik kuramını da aşarak, “gerçeksizlik” krizine ulaşır. Tarih ile tarih dışı, mekânla mekân dışı, dinsel ile dindışı, olgu ile tasavvur, ahlâk ile ahlâksızlık kısaca her şey, her değer birbirine karşı üstünlüğünü veya alçaklığını kaybederek eşitlenir. Göreceli gerçekliğin ilkelerinden biri olan çoklu bakış, bağlantısız bakışa sıçrar. Bu sıçramalar arasında anlatı kişileri de reel konumlarını, toplumsal gerçekliklerini ve bireysel kimliklerini kaybederler. Nurdan Gürbilek, Türk öyküsünü “anlatamama” bağlamında çözümlerken, “yapıt”ın yerine “metin” kavramanın geçmesiyle, yazılanın yazarın niyetinden ya da yaşamından ayrıldığını, başlı başına bir dil, bir doku olduğunu söyler. Metin, “bir merkezi olmadığı gibi, bir dışı da olmayan, hiçbir “dış” müdahaleye de izin vermeyen bir göstergeler ağı, bir alıntılar dokusu”dur. Eleştiri için, “metnin içiyle dışı arasındaki gerilim, sahicilik arayışı” anlamsız hale gelmiştir (Gürbilek 2004:197).
Bilinç düzleminde eleştirileri, önermeleri, tercihleri olmayan ya da bu önerme ve tercihleri hem taşıyan hem de onları geçersiz kılan romanlar ya da anlatılar vardır artık. Bilinçaltı uyaranları ile sorgulamalara, anlam arayışlarına yönelmeyen ya da yönelen ama her yönün çıkışını boşluğa düşüren; iç merkezi ve dış çevreyi ala bildiğine genişleten ve dağıtan; metinden başka hiç bir şeyle bağı kalmayan, hiç bir şeye ve kimseye sorumluluk duymayan anlatılar vardır. Bu anlatılar, doğrusal zamanın bir yerinde ilerlemezler; sanki dairesel zaman ve mekân ve olaylar bu anlatıların üzerine boca edilmiştir. Olgusal, mistik ve simulatik bütün bilgiler; yaşanan zaman, tarih, mitoloji ve hayal iç içe girer. Adeta romanların kurgularını, bütün zaman ve mekânlarda dolanan, yörüngesinden fırlamış gizemli bir zihin kurmaktadır. Gizem, postmodern romanların en önemli öğelerinden biridir. Gizem, akıl gerçekliğinin ruhsal gerçeklikle buluşup sarılması ve bütünlüğü işaret etmesi bakımından, önemli bir geleneksel ve bilinçaltı izdir denilebilir. Fakat bu metinlerdeki imgesel dil, bir bütünlüğü işaret etmez; hatta insanı, kendi içinde sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez hale getirir.
Beyaz Kale ve tarihsel gerçekliğin dağılması
Tarihi yönelen modern romanlar, farklı bakış açılarına yaslansalar da, tarihsel bilgiyi farklı yorumlasalar da, kolektif bir kimliğin inşasında benzer bir rol üstlenirler. Orhan Pamuk’un 1985 yılında yayımladığı Beyaz Kale ise modern romanın tarihsel gerçekliğe yönelişindeki ilkelerinin tümünü yok sayan bir roman olarak görünür. Artık, geçmişin bilimsel yorumu veya idealizasyonu ortadan kalkmıştır. Bunun sonucunda da tarihsel gerçeklik, kendi dışındaki gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan ve gerçek bir geçmişe gönderme yapmayan edebi metinlere indirgenir. Tarihin olgusal gerçekliği, kurmaca bir yapı içinde yeniden canlandırılır fakat tarihsel verilerden yola çıkarak okurlarına bazı iletiler sunmak amacı taşımaz.
Beyaz Kale’de birden fazla anlatıcı vardır. Sessiz Ev romanındaki kurgusal kişi Faruk Dar-vinoğlu, Beyaz Kale’ye yazdığı önsözde Gebze Kaymakamlığının arşivinde 17. yüzyıla ait, Yorgancının Üvey Evladı adlı bir el yazması metin bulmuş, okumuş ve günümüz Türkçesi-ne aktarmıştır. Bir masanın üstüne koyduğu elyazmasından bir iki cümle okuduktan sonra, kâğıtlarının bulunduğu başka bir odaya geçmiş; aklında kalanı yazmıştır. Her şeyi birbiriyle ilgili görmek şeklindeki çağın hastalığı yüzünden bulduğu hikâyeyi yayımlamıştır. Romandaki ikinci anlatıcı, bu el yazması metni yazan Venedikli köledir ve Beyaz Kale’nin üçüncüsü anlatıcısı da Orhan Pamuk’tur. Hikâyeye karışan bu üç kişinin (Sessiz Ev romanının kurgusal kişisi Faruk Darvunoğlu, Venedikli Köle ve Orhan Pamuk) varlık sebebi, olay örgüsünü, gerçek, düş ve kopya arasında kaynaksız hale getirmektir. Bu kaynaksızlaştırma postmoderniz-min bütün değerleri bir arada çoğaltan, birbirine eşitleyen ve sadece metin gerçekliğine varan tavrının sonucudur.
17. yüzyılın ortalarında geçen Beyaz Kale’nin öyküsü, bir Venediklinin esir alınmasıyla başlar. Bu adam köle olarak bir paşaya satılır. Devrin bilimlerinden anlayan zeki köleyi, paşa, konağına gelen hocaya devreder. Hoca ile kölesi arasında garip bir benzerlik vardır: Efendi ile köle birbirlerine hem nefret hem de hayranlık besler. Yıllarca, çeşitli bilimlerde yol arkadaşlığı ederler; birbirlerine yaşadıklarını anlatırlar; birbirlerini gözlemlerler. Zekâlarıyla padişahın çevresine girer; maddi imkânlar elde ederler. Düşmanı yenmek için icat ettikleri silahı, romana adını veren Beyaz Kale’nin önünde çalıştıramadıkları için Osmanlı yenilir. Padişahın cezalandırmasından korkan hoca, kölesinin eşyalarını alarak onun ülkesine gider. Köle de efendinin yerine geçmiş olur. Böylece kimlik değişimi yaşarlar ve “Ben kimim” sorusunun cevabını taklitlerinde bulmuş olurlar. Hoca, kölesinin kılığında İtalya’da şarkiyat çalışmaları yapan bir Türk dostu olarak ünlenir. Köle, Hoca’nın kaldığı yerden hayatını devam ettirir.
Romanda fiziksel benzerlikleri olan iki kişinin, kültür ve karakter özdeşleşmesi yarattıkları takdirde farklı kültür ve uygarlıklar içinde uyum sağlayabilecekleri yolunda bir tez ileri sürüldüğü söylenirse de (Yalçın, 2003: 262), Beyaz Kale’nin, “tezi olan bir roman” olduğunu söylemek zordur. Hoca’nın ve Köle’nin birbirlerinin yerine geçmesinden yıllar sonra birbirlerine yabancılaşmaları, bu konuda çıkarılabilecek bir sonuca bile izin vermez. Romandaki bütün parçalar, gerçek dünyaya ait bir çıkarsama yapmak üzere değil, kendine mahsus, tamamen metinsel bir bağlamda bir gerçeklik oluşturmak üzere birbirine bağlanırlar. Bir tez, şu veya bu şekilde bir “doğru,” bir “değer” üretme amacı güder. Oysa Beyaz Kale, birçok ipucunu bir arada sunarken, bir seçim yaptırmaya yönelmez; tersine bütün çıkarsamaların birbirinden farksız olacağını hissettirerek bir karmaşaya yol açar. Organik bütünlüğü ortadan kaldıran bu tutum, parçaları, değerlilik ve değersizlik noktasında eşitleyerek ortaya, fantastik bir serüven koyar.
Puslu Kıtalar Atlası ve modern tarihsel gerçeklik algısının çöküşü
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı da tarihsel bilgi ile efsanenin, modern zihinle mistik zihnin, dinle felsefenin, Nevton fiziği ile kuantum fiziğinin, gerçek ile muhayyelin, sözün verili anlamı ile öznel çoğulluğunun iç içe girdiği bir romandır. Puslu Kıtalar Atlası, belirli bir anlamı sürekli kaybettirerek; herhangi bir gerçekliği temsil etmek yerine, istenildiği kadar gerçeklik kurulabileceğini göstererek var olan bir “anlatı”dır. Bu tür anlatılar, Jale Parla’nın dediği gibi, okuru ve yazarı yeni bir konumda düşünmeyi gerektirir. Okur ve yazar, dil denizinde sözcüklerin anlamlarının dalgalar gibi birbirini izlediği bir devinim içinde yüzerken, metinler, benlikler, kimlikler ve yorumlar da yeni göstergelere dönüşürler. Bu epistemolojiye (?) göre, belirleyebileceğimiz yazar, okur ve metin yoktur; yalnızca o metin aracılığıyla oluşan söylemler vardır. (Parla 2000: 180)
“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7070 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı”106 (Anar: 2008: 13) konum-landırmasıyla başlayan Puslu Kıtalar Atlası, belirli bir tarihsel kesitten ve bu zaman dilimi içindeki mekân ve insandan söz edeceğini işaret eder gibidir. Gerçekten de yan öykücükle-rin mekânları değişebilse de çerçeve mekân İstanbul; tarihsel zaman ise on yedinci yüzyılın son çeyreğidir. Puslu Kıtalar Atlası, bu yüzyılın İstanbul’unun denizcilerini, dilencilerini, bilginlerini, kumarbazlarını ve istihbarat teşkilatlarını anlatıyor görünse bile modern anlamda bir “tarihî roman” değildir. Modern roman, olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelmiştir. Fakat postmodern romanın tarihe yönelme amacı ve tarihi işlemedeki mantığı oldukça farklıdır. Öncelikle öncekilerin aydınlatmacı tutumundan, siyasal bakış açılarından uzaklaşmıştır. Bakışını, tarihin dönem noktalarından, kahramanlarından, daha alt seviyedeki kişilere ve olaylara kaydırır. Bu tutumun altında yatan temel etken, tarihi ders verici, aydınlatıcı bir öğe olmaktan çıkarma; onu inşa edilmiş daha doğrusu istenildiği biçimde yeniden inşa edilebilecek bir kurguya dönüştürmektir. Postmoderniste göre, kimliği ve kültürü etkileyen, idealleştirilmiş kişi veya olaylar değil, hayatın kendisidir. Bütün modern verilerin doğruluğunu sarsmak isteyen postmodernizm, tarihi bilgilerin doğruluğunu da karıştırmak ister. Korkusuz korsan Arap İhsan’la, kendini Efrasiyap’la özdeşleştiren çocuk Alibaz’la, Des-cartes felsefesini ters çevirerek bütün varlığı tanrısal bir düş olarak var eden Uzun İhsan’la, dişçilikten insan anatomisine merak salan Kubelik’le, babasının bir düşü olarak var olan ve bilmenin imgesi olan Bünyamin’le, sonsuz hızı bularak kıyametten kurtulacağını uman istihbarat başkanı Ebrehe ile dilenciler kethudası Hınzıryedi ile anlatılan nedir? Ne bir savaş, ne bir kişi, ne de bir tarihsel dönüşüm. Kimi bir tutkunun, kimi bir gizin peşinde; ama hepsinin hayatları, süreksiz, kırık, bütünlükten yoksun. Her birinin hayatı o kadar karmaşık o kadar dairesel sonsuz bir zaman içinde dönüyor ki, onların hayatı da anlatı gibi ucu belirsiz bir yoldur sadece.
Puslu Kıtalar Atlası’nın bilgisel arka planında mitolojiden, dine, efsanelerden, olguya, felsefeden, keşf ve rüyaya, modern bilimlerden mistik öğretilere kadar bir yığın kaynak var. Uzun İhsan, varlığın ne olduğuna Rendekar’ın (Descartes) tezini tersine çevirerek ulaşmaya çalışır; Kubelik, rastlantı sonucu dişçi olur ve insan anatomisini çözmeye uğraşır; Ebrehe, evrendeki boşluğu bulmaya adamıştır kendini. İlk planda “bilme tutkusu”nun romanın temel problematiği olduğu sanılabilir ya da yazarın aslında “zıtlıkların birliği”ne doğru yola çıktığı düşünülebilir. Fakat romandaki gizli bir düzenleyici, bunun böyle sanılmaması ve düşünülmemesi için devreye girerek, “her halükarda günah yüklü” insanoğlunun bireysel, sosyal ve siyasal zorbalıklarını, iktidar heveslerini ve bu yoldaki plan ve hilelerini bilinmez zamanlardan beri döke gelir. Bilgiye tutkun olan Ebrehe, meğerse cehennemden kaçmak ve varlığını sonsuz devam ettirmek için bütün bilimlerin peşine düşmüştür. Matematiksel ve fiziksel teorilerle, kanunlarla alınan yol, modern zihniyetin reddettiği kehanetle birleşir. Kehanet, dinden kaynaklanan haberi (Mehdi’nin geleceği) doğrular. Fakat işin ironik tarafı bütün bu aklî, deneysel ve Batınî bilgiler, Mehdi diye yakalanan adamın anlattıkları ile gerçekliklerini yeniden yitirirler. Bütün insanlar, günahın içindedirler. Bünyamin temiz bir insan olarak görünür ama o da romanın sonunda bir karanlığa uyanır ve “görülen ve görülmeyen bütün düşlerin bu karanlığın ta kendisi” (Anar 2008: 238) olduğunu düşünmeye başlar. Anar’ın son kitabı Suskunlar da hemen hemen böyle sona erer. Anlatıcı, Kâhin için şöyle diyerek romanı bitirir: “Gözlerinin ona gösterdiği yegâne şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı” (Anar 2007:269). Romanların böyle sonuçlanmasının anlamı açık: Evren ve insan hakkında hiçbir kesin bilgi yoktur, her bilgi, bir yerde durup bakan zihnin inşasıdır. Mademki böyledir, öyleyse her şeyi yeniden, sınırsızca bağlantısızca yıkıp kurabiliriz. Böylece aslında gerçek dediğimiz şey yalnızca bu yıkıp kurduğumuz şey yani “anlatı”nın kendisi olur.
Sonuç
Beyaz Kale’deki Köle ve Efendi’nin ve Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Uzun İhsan’ın arayışlarının içinde bir “kim”lik ve “ne”lik problemi görünmektedir. Daha da ötesi okur da yazarlar da bu problemin içindedirler. Fakat hepsi için de modern bilinç düzleminde takip edilebilir bir yol kalmamıştır. Her bilgi ya da görüntü, hem kendi içinde bir gerçekliği işaret edebilmekte hem de bu gerçeklikler birbirlerini sürekli parçalayarak “kesinsizlik”te eşitlenmektedirler. Bu açık bir şekilde modern gerçeklik algısının yitimidir.
Kaynaklar
Anar, İhsan Oktay (2007) Suskunlar, İletişim Yayınları, İstanbul
Anar, İhsan Oktay (2008) Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları İstanbul
Gürbilek, Nurdan (2004) Kör Ayna Kayıp Şark, Metis Yayınları, İstanbul
Pamuk, Orhan (1990) Beyaz Kale, İletişim Yayınları, İstanbul
Parla, Jale (2000) Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul
Yalçın, Alemdar, 2003, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Romanı, Akçağ Yayınları, Ankara,