Aynı kültür ortamı içinde ortaya çıkan ve gelişen halk edebiyatı türlerinin birbirinden etkilenmesi, birbirlerine kaynaklık etmesi kaçınılmazdır. Mitolojiden destana, destandan halk hikâyesine, pek çok türde görülen bu etkileşim, diğer halk edebiyatı türlerinde de kendisini göstermiştir. Masal ve destan da birçok ortak unsuru bünyesinde barındırması noktasında dikkat çeker.
Masalların mekânları bildiğimiz gerçekçi mekân algısından çoğu zaman farklıdır. Kahramanların yer altı ve yer üstü dünyalarına yaptıkları seyahatler masalların fantastik atmosferini oluşturur. Masal dünyasına has -özellikle Kaf Dağı gibi- bu coğrafyalar, İslami dönemde ortaya çıkan destan metinlerimizde sıkça karşımıza çıkar. Bu çalışmada da Anadolu coğrafyasında teşekkül etmiş son destan olma özelliğini taşıyan ve Türk tarihi ve edebiyatı açısından çok önemli bir eser olan Saltuk Gazi Destanı’nın seyahatlerindeki masal coğrafyaları söz konusu edilecektir. Masal motifleri açısından incelendiğinde oldukça zengin bir kaynak olan bu eserde destan kahramanı Sarı Saltuk Gazi, seyahat ettiği yerler, bu yerlerde karşılaştığı varlıklar ve onlarla olan münasebetleri bakımından bir masal kahramanını anımsatmaktadır. Bu çalışmada destan döneminin sonlarında ortaya çıkan Saltuk Gazi Destanı'ndaki masal coğrafyalarının tespit edilmesi ve buna bağlı olarak geçiş dönemi eserlerinin özelliklerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Aynı kültür ortamı içerisinde ortaya çıkan ve gelişen halk edebiyatı türlerinin birbirinden etkilenmesi, birbirlerine kaynaklık etmesi kaçınılmazdır. Mitolojiden destana, destandan halk hikâyesine, pek çok türde karşımıza çıkan bu etkileşim, diğer halk edebiyatı ürünlerinde de kendisini göstermiştir. Masal ve destan türleri de birçok ortak unsuru bünyesinde barındırması noktasında dikkati çeker.
Masallar, hayal ürünü ve olağanüstülüklerin; destanlar ise bir milletin teşekkülüne ait kahramanlıkların anlatıldığı, bir nevi tarihe kaynaklık eden anlatılardır. Banarlı bu konuda şöyle der: “Türk destanlarının tarih vak’alarıyle yakınlıkları meydandadır. O kadar ki bu destanlardan hâyal ve masal unsurları çıkarıldığı zaman, geriye, ana çizgileriyle olsun, o devirlerin târihi kalır. Eski, yeni, yabancı, hatta yerli kaynakların, onları târih sahifelerine almaları da bundandır.” (1971: 30). Buradan da anlaşılacağı üzere destanlar, tarihte yaşanılan veya yaşandığı düşünülen gerçek olayları anlatırken aynı zamanda içerisinde pek çok olağanüstü ve masala ait unsuru barındırmaktadır.
Faruk Kadri Timurtaş’ın deyimiyle: “… bir kısmı inanılması mümkün olmayacak kadar hayalî” (1965: 578) olayların anlatıldığı destanlarda, özellikle kahramanlıkların tasavvur edildiği bölümlerde birçok olağanüstü olayın cereyan etmesi, masal ve destan türlerini birbirine daha da yakınlaştırır. Nitekim bu olayların etrafında oluştuğu destan kahramanları da masaldaki kahramanlar gibi olağanüstü güçlere sahip kişilerdir.
Türk destanlarının tasnifinde farklı pek çok görüş olsa da, İslamiyet’ten önce teşekkül edenler ve İslamiyet’ten sonra teşekkül edenler şeklinde yapılan ayrım çoğunlukla kabul görmüştür. Eski Türk destanları da denilen İslamiyet’ten önceki Türk destanları, Türklerin birinci destan devri denen dönemi içerisinde teşekkül eden metinlerden oluşur. Alp Er Tunga, Şu, Göç, Ergenekon, Türeyiş, Oğuz Kağan Destanı gibi destan metinlerini içerisine alan bu ilk devrin destanlarında, Hunlarla başlayıp Göktürklerle devam eden bir cihan hâkimiyeti ülküsü hâkimdir. Doğumlarından itibaren olağanüstülüklerle bezeli bir kahraman olan bu destanların başkarakteri, yani alp kişisi; yok edilmesi güç pek çok düşmanı etkisiz hale getirir ve cihan hâkimiyeti gayesi doğrultusunda bir hayat sürer.
Türklerin Müslüman olması ile birlikte, bu cihan hâkimiyeti ülküsü ve alplık geleneği, “İlâ-yı Kelimet’ullah” ülküsüne ve gazilik geleneğine dönüşür ve böylece ikinci destan devri başlar (Cunbur, 1992: 38). Banarlı’nın ifadeleri ile Gazilik; “… Müslüman Türk kahramanlarının büyük ideali olmuştu. Hz. Muhammed’in ve ilk İslâm kahramanlarının dillere destan olmuş gazâlarına benzer gazâlarda bulunmak, Türk Müslümanlarının gönüllerini dolduruyor, bu gönüllerde büyük ve devamlı bir gazâ ruhu yaşatıyordu. İslam imânından karanlıkta kalmış ülkelere bu îmânın nurunu götürmek ve bu uğurda kâfirlerle savaşmak mânâsındaki gazilik, bu çağların kahramanları için, aynı îmân uğrunda şehid olmak kadar büyük mazhariyet biliniyordu.” (1971: 296).
İlk dönem Anadolu Gazileri arasında en tanınan kişi Seyyid Battal Gazi’dir. Onun halk edebiyatımızda asırlarca etkisini sürdüren menkıbevi destanı “Battalnâme”, Battal Gazi’nin cinlerle, cadılarla, devlerle yaptığı pek çok savaşların da anlatıldığı bölümleri ile adeta bir masal havasına bürünmüştür. Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan diğer Gâzi ise, Selçuklu hükümdarlarından Melikşah’ın komutanlarından Melik Ahmed Danişmend Gazi’dir. Halk arasındaki şöhreti Battal Gâzi kadar yaygın olan bu zatın bu kadar sevilmesinin nedeni onun Battal Gazi’nin soyundan geldiğine inanılmasıdır. XIII. Yüzyılda Anadolu’da büyük bir canlılık kazanan destan geleneğinin üçüncü ve son halkasını ise Seyyid Şerif Sarı Saltuk Gazi’nin etrafında gelişen ve onun kahramanlıklarının anlatıldığı Saltuknâme adlı destan teşkil eder. Önceleri halk arasında sözlü olarak anlatılan bu destan, XV. Yüzyılda Cem Sultan tarafından Ebu’l Hayr Rumî’ye toplatılmış ve yazıya geçirtilmiştir (Cunbur, 1988: 780-786).
Saltuk Gazi Destanı; Sarı Saltuk’un hayatını, savaşlarını, kerametlerini ve XIII.-XV. Yüzyıl arasında cereyan eden olayları içermektedir. Üç ciltten oluşan bu eser, Anadolu sahasındaki halkbiliminin temellerinin atıldığı bir kaynak niteliğindedir. Zira eserde en az iki destan (Müseyyeb Gazi Destanı ve Kara Davut Destanı), onlarca masal, yüzlerce efsane bulunmaktadır. Belki de ilk masal ve efsane derlemeleri bu eserde bulunmaktadır ve ilk masal ve efsane derleyicisi de Ebu’l Hayr-ı Rumî’dir (Demir ve Erdem, 2007: l3).
Saltukname’de geçen menkıbevi olayların nitelik itibariyle iki ayrı başlık altında değerlendirilmesi mümkündür. Bu iki başlıktaki menkıbeler birbiri ile mukayese edildiğinde; birinci alanda yer alan menkıbelerin büyük bir kısmı tarihsel esası olan, bir başka deyişle çekirdeğini Sarı Saltuk’un gerçek yaşantısından kesitlerin oluşturduğu olaylardan ibarettir. Bu bölümlerde tabiatüstü motifler yok denecek kadar az olup, Saltuk Gazi’nin kâfirlerle mücadeleleri, zamanın diğer evliya ve tarihsel kişileri ile münasebetleri anlatılmaktadır. Oysa ikinci başlık altında yer alan anlatıların çok azı gerçek cihad menkıbelerini içermekle birlikte, çoğunlukla masal karakteri taşıyan anlatılardır. Bir kısmı peygamberler etrafında gelişen kıssalardan kaynaklanan anlatılar olup bir kısmı da Şahmeran hikâyeleri, cinler, cadılar, periler ve devlerle, büyücülerle olan mücadeleleri nakleden masallardır (Ocak, 2011: 8). Saltukname’de yer alan ve ikinci başlık altında değerlendirebileceğimiz olayların yer aldığı mekânlar da vakaların mahiyetine uygun şekilde masal dünyasına has âlemlerdir.
Saltuk Gazi’nin seyahatlerinde yer alan masallara has mekân tasvirleri şöyledir:
1. Saltuk Gazi’nin Seyahatlerindeki Masal Coğrafyaları
1.1. Kafdağı
Destanda Saltuk Gazi’nin Kafdağı’na sefer eylediğini anlatan başlı başına bir bölüm bulunmaktadır. Tüm bölümde geçen olayları tek tek anlatmaktan ziyâde, Şerif’in Kafdağı seferi sırasında karşılaştığı insan, cin, peri, sihirbaz gibi kimselerden veya çeşitli varlıklardan Kafdağı hakkında duyduklarını ve temaşa ettiği yerlere dair bazı anlatılara yer vermek istiyoruz.
Peri padişahının Saltuk’a Kafdağı ile ilgili anlattıkları:
“Ol pâdişâh kendü eyitdi: “V’allah yâ Şerîf, biz bu Kâf’un dahme-i İskender ve Süleymân ve Ramin-i ‘Adi’den öte bir derbend vardur ana değin varuruz. Andan ötesin bilmezüz zîrâ bu Kâf Tağı dünyayı bir halka gibi
dolaşmışdur. Şîmâl cânibi yüksekdür, yüzin kaşı gibidür, dirler. Ol taraf bu cânibdür kim sizler geldünüz. Ol yüksek Kâf Tağı’nun öte yüzinde bir ‘azîm sahrâ vardur, içi tolu cinnîlerdür. Hatta kaçan âdemler olduğı yirde gice olsa güneş anlarun üzerine toğar, gündüz olur ve anlardan / tolunsa anlara gice olup gelür, bu insan üzerine gündüz olur. Pes arada güneşe hâil bir tağdur.” didi.” (Akalın, 1987: 107).
Tegânuş perinin Kaf ile ilgili sözleri şöyledir:
“V’allah yâ Şerîf! Bu Kâf'un nihayetin gene Allah Ta’âlâ bilür ve ammâ bu tağun ötesine gün toğısı tarafına Kâf’un asıl yüksek yiri güneş ıssısından yanar. Neft ve katran ve zift ma’denidür. Adına Şu’a’ Tağı dahı dirler. Bu yir altına aydınlık ol tağdan girüp rûşen ider dahı yayılur ve anun içinde oddan cinnîler olur ve kuşlar dahı olur / ve Semender didükleri ol kuşlardur kim anda olurlar. Ve hem biz ol tağdan ötesin bilmezüz. Bu sorduğun sözleri bizüm üstâdumuz Dâhi’den gayrı anı / kimse bilmez” didi.” (Akalın, 1987: 108).
Kafdağı hakkında hemen her şeyi bilen ve Saltuk Gâzi’ye sorulan, cevabını bulamadığı tüm soruların cevabını veren, sihirbaz üstad Dâhî’nin Kafdağı ile ilgili anlattıkları ise şöyledir:
“Pes Dâhî eyitdi: “Ciğer-gûşem! Ol mel’ûn kim bu sualleri eyitdi, canlu deniz didüği zibak denizidür ve biri bu Kâf’dur kim / gördün ve altun şehri Sabâ şehridür ve Semender bir canavardur, ol od tagında olur ve Simürg hod bu Kâf’da olur bir kuşdur ve anun düşmanı bir ejderhadur ve ol yirden göğe direk olan birdiv karıdur. Sihirle bir kolın od gibi yakar,uzadur yukaru kaldurur ve dutar.” Şerîf eyitdi: “Bu jîve neden gelür ve neden olur?” didi. Dâhî eyitdi: “İy Server! Kûh-ı Şu’a’dan çıkar. Ma’deni oldur.” didi. Döndiler, andan girü denizden çıkup deniz mâlikine veda’ idüp gitdiler, gelüp Tegânuş makâmına yitişdiler.” (Akalın, 1987: 110).
Şerif ardından Keyvan Dev ile Kafdağı’na doğru iyice varır. Birlikte Zibak denizinden geçerler. Burada yaşayan ve isimlerine Kılbaraklar denen kavim onların üzerine taşlar atar; ancak attıkları taşlar hep yakut, zümrüt ve zeberceddendir. Orada kaf dağı ile ilgili şu cümle geçer:
“… zîrâ bu Kâf’un tağı ve taşı altun ve gümüş ve cevâhir idi ve suları şeker gibi, toprağı misk kâfur idi.” (Akalın, 1987: 112).
Şerif Kafdağı’na yaklaşıp tepeye çıktığında bir dağ görür. Bu dağın üzerinde de nurdan kanatlı bir şahısın elleriyle dağı kavradığını görüp yanına gider ve onun bir melek olduğunu öğrenir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Şerif eyitdi: “Yâ melek! Ben Muhammed b. ‘Abdu'llâh aslındanam. Adum Şerîf’dür, lakâbum Sarı Saltık’dur ve ben Allah Ta’âlâ / ‘inâyetiyle geldüm, seni gördüm. Nedür bu itdüğün /iş bana haber vir.” didi. Pes melek eyitdi : “Yâ Server! Hoş geldün, kadem getürdün ve dahı bilgil kim bu tağ kim Kâf’dur, cümle
dünyada olan tağlardan büyükdür ve bu karşuda görünen tağ denizün öte geçesinde görünen Türkistan tağı Kûh-ı Elburz'dur. Bu Kâf Tağı'ndan gorinür. Gayrı tağ gorünmez ve dahı ben bunda yatduğum budur kim yire agırlık virürem. Eger yire agırlık virmesem deniz bu tağı kımıldadurdı.” didi.” (Akalın, 1987: 117).
Son olarak Saltuk Gâzi, Abdullah cinnî ile birlikte Hümâ kuşunu yakalamak için Kafdağı’nın tam merkezine gider. Burada Abdullah cinnî’nin memleketi Şehr-i Züccâc’a gelirler. Bu şehir; sırçadan yapılmış, içinde her türlü güzelliğin bulunduğu bir yerdir. Server’in burada gördüğü acayip ve garaipler söz uzamasın diye metinde dahi anlatılmamıştır. Burada Abdullah cinnî Şerif’e Kafdağı ile ilgili bazı bilgiler verir. Son olarak ise Hüma kuşlarını yakalayıp geri dünyaya, insanların yaşadığı topraklara dönerler. Bu bölümde Abdullah cinnî’nin anlattıkları şöyledir:
“Seyyid anı cinnîden işidicek eyitti: “Yâ Abdullâh bu hümâ kuşı / kanda olur, bize haber vir ana göre tedârik idevüz” didi. Pes Abdu’llah eyitti: “Havâda olur, hiç yere inmez. Kaçan kış gelse Kâf Tağınun ardına varup geçer gider. Dahı Hak Ta’âlâ, Kaf Tağını dünyayâ mîh itmiştür, anun ağırlığından yirler sâkin turur. Zîra yirleri su üzre yarattı. Pes dâim yir deprendi turmadı Hak Ta’âlâ tağları halk itti, epsem turdı ve fe-ammâ bu tağı orta yire kodı, bir yanında âdemi-zâd olurlar, bir tarafında cinnîler. İki tarafından gün toğar tolunur, ıssızlıktur. Kaçan gün toğsa anlara gice, âdemi-zâda / gündüzdür ve gün tolansa anlara gündüz bize gice olur. Kâf Tağıardına gün gider gelür, ol yire âdem aslından / kimse varmamıştur ve hem varamaz dahı. Ol tâife mü’minlerdür. Enbiyâ ve evliyâ bilürler Hakk’a ibâdet kılurlar. Bu hüma didükleri kuşlar gelür anda kışlarlar, girü yaz olıcak gelürler, havada uçarlar ve Kaf Tağınun eteklerine inüp anda konarlar, âdem olduğıyire inmezler, âdem-oğlanlarından ürkerler.” didi. Server eyitti: / “Yâ Abdullah! Âdemden bu hayvanât niçün ürkerler?” didi. Cinnî eyitti: “Anunçün kim âdem âdem öldürücidür ve kan dökücidür ve fesâd ve zîna eyleyicidür, anuçün kaçarlar” didi.
Andan Seyyid gâzileri anda koyup kendüsi ol cinnî birle ve Minû-çihr ile Kâf eteğine revâne olup gittiler. Ol cinnî Seyyid’i bir taht üzre alup, cinnîler getürdiler tarfetü’l-ayn içinde Kâf Tağı eteğine iriştiler. Bir diyâra çıktılar, ol diyâr cinnîstân idi.” (Akalın, 1990: 195-197).
Tüm bu anlatılanlardan hareketle1 Kafdağı’nın cinlerin, perilerin, ejderhaların, meleklerin ve sihirbazların, bunların dışında simurg gibi, semender gibi, Hüma kuşu gibi pek çok acayip ve garaip varlığın yaşadığı başka bir âlem, başka bir diyar olarak düşünebiliriz. İslamiyet’ten sonraki Türk destanlarındaki kahramanların bu diyarda başlarına gelenlerin, karşılaştığı varlıkların pek çoğu masal diyarlarında yaşanan olaylar ve varlıkları hatırlatır niteliktedir.
1.2. Cezire-i Vakvak (Vakvak Adası)
Bu ada Saltuknâme’de Saltuk Gâzi ile Menucher cinnînin birlikte vardığı yerlerden birisidir. Bu mekân hakkında destanda yer alan cümleler şöyledir:
“Pes Şerif Minu-çihr-i cinnîye sordı kim: “Kâf bu mıdur kim? didi. Andan Minu-çihr-i cinnî eyitdi : “Buna Cezi-re-i Vakvak dirler.” didi. Çün cezireye çıkdılar. Bir ulu ağaç bitmiş ve yemişi / âdem sıfatında, yaprağı kalkan resminde değirmi şöyle kim ol ulu cezireyi talları dutmış, kendüyi beş yüz kişi ancak kucaklar ola. Şerif eyitdi : “Dünyada bundan büyük ağaç olmaya.” didi. Minû-çihr-i cinnî eyitdi: “Server! Kâf’da ağaçlar vardur kim bu anun yanında bir fidandur.” didi. Pes Şerif Hak Ta'âlâ’nun kudretine ta’accüb idüp durdı. Ol cezirede bir balık başkaldurdı. Şerif eyitdi : “Ne büyük balık alur şu?” Minu-çihr-i cinni eyitdi: “Bu denizde balıklar vardur kim her gün bin bunun gibi balık yir.” didi.” (Akalın, 1987: 105-106).
Meyveleri insan yüzüne benzeyen, beş yüz kişinin gövdesini ancak sarabileceği bir ağaç tasavvuru ile karşılarına çıkan devasa bir balığın benzeri bin balığı bir günde yiyebilen balıkların mekânı olan bu ada hakkında anlatılanlar, masal diyarlarının tasavvuru imkânsız varlıklarını anımsatmaktadır.
1.3. Denizaltı Âlemi
Kafdağı ile ilgili bilgileri, denizler altında hapsolmuş ve orada yaşayan sâhir Dâhi’den öğrenebileceğini duyan Saltuk Gâzi, Tegânuş peri ile denizler altına doğru bir yolculuğa çıkar. Metinde bu bahis şöyle anlatılmıştır:
“Tegânûş hemân yirinden durup bir şişe yağ getürdi dahı Şerîf’e içürdi ve yağladı dahı eyitdi: “Gelün benüm ardumca.” didi dahı kendü denize taldı. Şerîf ile Minû-çihr-î cinnî dahı ardınca bile taldılar. Su Şerîf’ün ağzına ve burnına girmezdi, mu’allâk dururdı. Sunun dibine indiler. Ayak üzre yüriyüp birez yir gitdiler. Nâ-gâh karşudan bir alay atlu adamlar çıkageldiler. Meğer melîk-i bahrî idi. Deniz kavmi halkları cinnîleri birle çıkageldiler. Şerîf’i gorüp ve Tegânûş’ı dahı görüp atından inüp bunlara ‘izzetler itdiler dahı alup sarayına getürdi, konukladı, eyitdi: “Gelmene maksûd nedür?” didi. Pes Tegânûş eyitdi: “Yâ melîk! Kaziyye budur kim Dâhî’ye giderüz” didi ve maslahâtı birbir diyüp takrir itdi. Pes deniz melîki emr itdi: atlar getürdiler, bindiler, revân olup gitdiler. / Pes deniz melîki bile gitdi. Deniz içinde ‘acâibler ve garâibler seyr itdürdi kim vasf olursa maksuddan kaluruz. Âhir on iki ‘azim tağ aşup bir yüksek yire çıkdılar.” (Akalın, 1987: 108-109).
Tegânuş peri ve Menucher cinnî ile Şerif’in deniz altına yaptığı bu yolculukta gördükleri acayip varlıklar hakkında ayrıntıya inilmez. Çünkü eğer bunların hepsi anlatılacak olursa maksadın aşılacağı belirtilmiştir.
Yine Saltuknâme’nin ilerleyen bölümlerinden birisinde; Anter adlı dev şahsın Aden denizinin suyunu boşaltıp denizin dibindeki cevhere ulaşmaya çalışması sırasında, deniz içinde yaşayan su sahiplerinin bu duruma karşı olan tavırları anlatılırken, deniz altındaki yaşama dair bilgiler verilir. Deniz sahipleri gelip Anter’e neden böyle yaptıklarını sorduğunda o daha da kızıp padişahlarını sorar. Onlar da padişahlarının olduğunu söyleyerek kendilerini onun yolladığını bildirirler. Anter’in isteğini padişahlarına ilettiklerinde, onun bu işten vazgeçmeyeceğini anlayan deniz altı padişahı, Anter’e hazinesinde kırk cevher çıkarıp verir (Akalın, 1987: 255-256).
Denizler altındaki bir diğer şehir Saltuknâme’de anlatılan Şehr-i Züccâc adlı yerdir. Kâfir Şemun ve veziri Saltuk Gâzi’yi bağlayıp denize atarlar.
“Çünkim Server denize düşdi, çak deniz dibine indi. Gözin açdı, kendüyi bir makâmda gördi kim su yok, deniz havada mu'allak / durur. Bir yire inmiş anda adam yok velî cinnîler gelmişler. Şerîf'i alup şehirlerine geldiler kim ana şehr-i Züccâc dirlerdi, sırçadandı. Şerif'i bir evde kondırdılar toyladılar.” (Akalın, 1987: 86).
Bu bölümde sırçadan bir şehirden bahsedilmekte ve bu şehrin yaşayanların sadece cinler olduğu anlatılmaktadır.
Türk kozmolojisinde gök, yer ve yer altına dair pek çok inanış mevcuttur. Halk anlatıları içerisinde buna bir de deniz altı, su altı hayat eklenmiştir. Özellikle destan ve masallarda anlatılan su altı dünyası, içinde bulundurduğu canlılarıyla birlikte kendine ait bir hayata sahiptir. Yeryüzündekinden farklı olmayan bu hayatta, su altı dünyasının da padişahları, prensesleri ve insan gibi yaşayan canlıları; ayrıca normal canlılardan farklı canavarları, iki başlı ejderhaları, su perileri, denizkızları, kutsal olduğu kabul edilen ve uçabilen denizatları, rengârenk balıkları, su anası ve su babası gibi değişik canlıları da bulunabilir (Karagöz, 2008: 478). Bu metinde anlatılan deniz altı dünyasında da yeryüzündekine benzer şehirler, bu şehirlerin halkları ve birer padişahlarının bulunduğu dikkati çeker.
1.4. Makam-ı Hızır ve Nil Nehri’nin Kaynağı
Saltuknâme’de Hızır makamı ile ilgili bilgiler, Saltuk Gazi’nin Nil nehrinin kaynağını bulmak için çıktığı yolculuk sırasında anlatılır:
“Andan pâdişâh eyitdi: “Server! Bu Nîl başın kim görrnek istersin bir tağdan gelür, adına Cebelü’l-Kamer dirler. / Çak yukarusına Kulle-i Şems dirler. Ol tağ billurdandur, adamdan kimesne anda varmaz zîrâ vahş cânâvar dîv ve perî makâmıdur.” didi.
…andan yirinden durup Feresü’t-tayr’a süvâr olup pâdişâhı vedâ’ idüp ‘azm-i Cebelü’l-Kamer idüp kırk gün ol perî beyâbanda sefer kıldı. / Nâ-gâh bir tağa çıkageldi, şöyle kim od gibi şu’le virürdi, billurdan idi. Server bildi kim Cebelü’l-Kamer oldur. Anun şa’şasından gözi hıyre oldı. Gün karşusından gidüp şimal tarafına gitdi. Ne gördi? Anda gördi kim on iki ırmak ol tağ eteğinden çıkar, her biri Ceyhun ve Fırat denlü dahı ziyâde ve ol ‘aynlar gelüp çıkduğı yirlerde on iki burcı resm eylemişler. Anlarun kiminün ağzından ve kiminün gözinden ve kiminün kulağından çıkar ve akar. Andan üç bölüği kuruya akar, yidi bölüği deryâya gider, bir bölüği yire batar ve biri havaya gider. Bulutlar gelüp alurlar giderler ve ol yirde Nîl şekerden tatlu, baldan lezîz dahı südden ağ ve kardan soyuk idi. Server içüp gördi, didi kim: “Şeker anun içün bunun ayağında bitermiş diyüp birez ol tağa yüridi. …”
Saltuk Gâzi dağda pek çok makamdan geçer. Bu makamların her birinde çeşit çeşit canavarlar ve devler görür, kimileriyle mücadele eder, kimileri ise zaten hapsolmuştur. Gâzi; Hz. Süleyman b. Davud’un, Hz. Zülkarneyn’in makamlarını geçer ve ardından Hızır’ın makamına gelir.
“Bir makâma dahı yitdi kim meğer kim ol yir Hazret-i Hızr peygamberün makâmı idi. Anda durup bir lahza fikre vardı: …” (Akalın, 1987: 236-240).
Hızır-İlyas makamları ve Nil nehrinin kaynağı anlatıları; bir nevi bize masallarda devlerin makamlarını, saraylarını anlatırken kullanılan tarifleri hatırlatan bir anlatım içerisinde sunulmuştur. Zaten bu mekânlarda da kahraman, pek çok dev ve peri cinsinden varlıklarla karşılaşmış hatta mücadele etmiştir.
1.5. Şehr-i Câvid
Saltuk Gâzi geldiği bu şehir hakkında bilgileri Hızır’dan öğrenir.
“Pes Hazret-i Hızr -‘aleyhi’s-selam- eyitdi: “Yâ Server! Bunlar ne insandur ve ne cindür. Bunlar Şâd-kâmillerdür, dirler. Hem Ferâhü’l-kâmiller dahı dirler. Bunlar perîlerdür. Bu şehre şehr-i Câvid eyidürler. Bu akan su Nîl’dür. Bu yirden çıkar ve doğrı cennetden gelür ve dahı bunlar kıyâmete değin ölmezler. Bu ‘ayş ü işretde ve huzur ve rahatda dururlar ve giyesüleri dahı kir olmaz ve kendüler dahı işlemez hep agaçlarda biter, kiminde gömlek ve kiminde kaftan ve bunlarun vasfı kâbil degüldür.” didi.”
“Andan Seyyid eyidiür “Ol şehrün halkı cümle insan şeklinde, güzel mahbub civanlayın, ‘adedleri erkek ve dişisi seksen bin can idi, kırk bini erkek, kırk bini dişi ve şehrün binası altundan ve gümüşden idi ve dürri ve cevherden
taşı la’l ve yâkut ve zümürrüd ve zeberced ve toprağı misk ve ‘anber ve kâfurdan, bağ ve bağçe şöyle kim cenandan nişân virür. Her yimişün cinsli cinsliyle biri biter, biri bitmede, muttasıl arası kesilmeyüp tâze tâze yitişmede idi ve ol şehrün ortasında bir cami’, haftada bir cum’a namazın kılurlarmış. Ancak dahı bayram idüp şenlikleri derlermiş ve hem içlerinde maraz ve sıkım ve gâm yok. Cemi’ işleri şâdlıkda yimekde ve içmekde idi. Anlara andan ötüri Şâd-kâmiller dirlermiş. Ve her gün çıkup şehr için ve bağ ve bağçelerin seyr idüp Nil’den içerdi. Sanurdı kim ‘aseldür veya süddür. Ve hem ol şehr kavminün sakalları yok idi. Otuz üçer yaşında yiğitler suretin de ve hatunları on beşer yaşında bakire kız oğlan şeklinde idiler. Asla pîr olmazlardı.” (Akalın, 1987: 242-245).
Bu bölümde cennet benzeri bir şehir ve cennetteki yaşantıya benzer bir yaşam tasavvuru bulunmaktadır. Asla yaşlanmayan insanlar, sakalları çıkmayan erkekler, hepsi genç insanlar, cennet ırmakları gibi süte benzer akan ırmakları ve her türlü yemişin bulunduğu bir şehir. Zaten anlatılanlar içerisinde bu kavmin bu durumda olmasının nedenini Hızır, kendilerine gelen peygambere uymalarından ve kimsenin asi olmamasından kaynaklandığını anlatır. Asılları peri olan bu kavim her zaman huzur içinde yaşamış ve kıyamete değin yaşayacak diye anlatılır.
1.6. Felsefîler İklimi
Burası adeta bir yeniden Ye’cüc Me’cüc yorumlama anlatısı olarak görülebilir. Saltuk Gâzi, Sedd-i İskender’i ararken geldiği Felsefîler İkliminde seddin diğer tarafında duran bir kavimle karşılaşır ve onları tekrar geri püskürtür.
“Şerîf anlardan sordı kim: “Sedd-i İskender kandadur?” didi. Anlar eyittiler: “İşbu denîzün öte tarafı Kâf’tur. Anun eteğinde bir tâîfe var Felsefîler dirler, âdemlerdur anlarun ilindedür. İş bundan ulu tağlar görinür.” diyü Şerîf’e gösterdiler. Şerîf ol boğazı gemi ile geçti, Felsefîler iklimine gelüp üç gün gitti. Dördinci gün ol tağlara yitişti. Ol kavm Şerîf’e ‘izzetler / ittiler. Andan Şerîf ol iki tağ arasına nazar urdı, iki kat ol seddi gördi, başı buluta beraber olmış turur. Pes Şerif ne kadar fikr ide gördi ol tağ üzre çıkmağa çare idemedi, yalıntaş idi. Âhir Minû-çihr du’asın okudı, fi’l-hâl Minû-çihr çıkageldi Semend-i sebz’i elinde getürdi. Şerîf ol Semend-i sebz’e süvâr oldı, ol tağ üzre uçup çıktı. Tağun ötesine nazar urdı, karıncadan çok ol tâîfeyi gördi, tururlardı. Şerifi göricek tağ dibine geldiler “Kimsin?” didiler. / Şerîf eyitti: “İskender leşkerindenem, geldüm ki sizi kılıçtan geçürem.” didi. Pes anlar eyittiler: “Suçumuz nedür?” didiler. Şerîf eyitti:“Bu seddi yıkmak ve bozmak istermişsiz. Eğer sedd yıkıla, âdem oğlanları sizi ayak altına alup helâk iderler.” didi. Pes ol kavm bir uğurdan güliştiler dahı Şerîf’e oklar attılar. Şerîf eline ok yay alup anlara kırk dâne ok urdı. Her okta üçin dördin helâk eyledi. Âhir dönüp kaçtılar.” (Akalın, 1988: 92-93).
Bahsi geçen kavim, karıncadan çok olarak ifade edilirken hem küçüklüklerine hem de kalabalık oluşlarına telmihte bulunulmuştur.
Adeta Saltuk Gâzi İskender-i Zülkarneyn yerine yeniden bu kavmi İskender seddinden savurmuştur. Saltuk Gâzi’nin bir okla üç dört tanesini vurup öldürmesi de bu kavmin küçüklüğüne yapılmış bir atıf olabilir. Sonuç olarak Saltuk Felsefîler iklimi denilen yerden buraya ulaştığı için bu yerlerin hepsi başka âlemlere yolculuk olarak sayılabilir.
1.7. Kuyular
Bilinmeyenlerin, karanlıkların dünyası olan kuyular; insanın göremediği, çoğu zaman sadece psişik edim ve sezgileriyle anlayabileceği bir bilinmezlik alanıdır. Bu normal sınırların ötesinde bilinçten bilinçdışına yapılan bir yolculuktur. Yeryüzünden yer altına geçiş noktaları olarak kabul edilen kuyular; arkaik Türk destanlarından Dede Korkut’a, masallardan efsanelere pek çok anlatıda pek çok farklı işlevler icra edecek şekilde kullanılmışlardır. Masallarda kuyudan çıkış genelde yardımcı bir karakter sayesinde gerçekleşir (Balkaya, 2014: 56-58).
Server Saltuk Selman ile Ra’d câzuyu ararken beraber geldikleri yerden bir kuyuya iner. Kırk dört kulaçta indiği bu kuyuda bir mağara görür ancak içinde bir şey göremez. Kulağına gelen “Sure-i Fatihâ’yı okıgıl ‘acaib göresin” cümlesi üzerine okur ve başından aşağı asılı iki kişiyi görür. Bunlar Hârut ve Mârut isimli, Hz. İdris zamanında yeryüzüne inen ve sihri öğreten meleklerdir. Server onlarla iyice konuşur, neden bu durumda olduklarını öğrenir ve nasibinin bu kadar olduğu söylenince kuyudan geri çıkar (Akalın, 1988: 123-124).
Saltuknâme’de geçen bir diğer kuyu bahsi, Hz. Süleyman’ın üç ifrit devi hapsettiği kuyunun bilgisini Menucher’den öğrendiği sırada aktarılır. Masallarda da devlerin ya evlerine giden yolları kuyulardan geçer veya insanlar tarafından kuyulara hapsedilirler.
Saltuknâme’deki diğer kuyu anlatısı ise, Hz. Ali’nin kabrinin olduğu söylenen Birü’ll-cinn kuyusudur. Bu kuyu üzerine gelen Saltuk Gâzi içeri girmek ister.
“Yâ Server! Bunı açmanuz kim bunda cinnîler karar itmişler. Buna Birü’l-cinn dirler Harûnü’r-Reşid Hazreti zamanında gelüp içine âdem koymış. Kiminün yüzi ardına döndi ve kimi helâk ve sakat oldı. Şerif eyitti: “Yâ kavm! Ben sizlerden kimseye girün diyü ibrâm ve ikdâm itmezin. İlla ben kendüm girürem. Beni bu makâma Alî Murtazâ kendüsi da’vet itti” didi. Dahı kemendin beline bağladı ve hem yukarıda Husrev’i ve Yûsuf’ı ve Hüseyn’i kodı dahı İmâm rûhına du’â okudı, aşağa kuyuya arkun arkun indi. Nâgâh,bir âvâz geldi kim Kimdür korkmayup bunda gelen?” didi. Şerif Gâzi eyitti: “Benem, İmam destûr bile girdüm.” Pes ol âvâz ayruk gelmedi. Çün Şerif kuyu dibine indi, kırk zirâ idi derinliği, andan bir dehliz gördi, ilerü yüridi. Birez gidince bir kilidlü kapuya geldi. Kuyu öninde bir
yeşil kanatlu kimse otururdı. Şerif Hazretin / göricek çağırdı. “Gel yâ Şerif!” didi. Seyyid ilerü varup, selam virdi. Olmelek selâm aldı. Şerif eyitti “Siz kimsiz bu yirde durursız?” Ol melek eyitti “Ben reîs-i melâikeyem. Bu İmâm Alî’nün kabridür. Sekiz yüz seksen sekiz melek bekler bu makamı ve sekiz bin cinnîdahı hizmetkârdur beklerler. Benüm adum Derdâyil’dür.” didi. Dahı turu geldi kapuyı açtıeyitti: “Girgil, ceddüni ziyâret it. Kimseye müyesser olmamıştur. Seyyid eyitti: “İçerü girdüm, gördüm ki bir kubbe yapılmıştı orta yirde bir sahn, yanında bir sofa üzre ak mermerden bir tâbût durur, anun içinde İmâm Ali kefene sarılup yaturdı.” (Akalın, 1990: 41-42).
Saltuk Gazi’nin indiği kuyular genelde sadece kuyu değil başka âlemlere açılan bir kapı mahiyetindedirler. İçlerinde cin, peri, dev, melekler ve benzeri pek çok olağanüstü varlık bulunur ve kahramanların buralarda bu varlıklarla yaşadıkları maceralar destanların masalsı üslubuna uygun anlatılarla doludur.
1.8. Kız-Han İli
Saltuk Gazi’nin gittiği olağanüstü şehirlerden birisi de Kız-Han ilidir. Bu şehrin en önemli özelliği, tüm şehir halkının kadınlardan müteşekkil olmasıdır.
“Velî ol memleketün halkı kamusı ‘avratlar ve beğleri ve sipâhileri, ‘avratları ve ulu beğleri bir bâkire kız oğlandur, gâyetle sâhib-i cemâl ve şöyle hesnâdur ki ol diyârda bir dahı nazm yoğıdı. Pes Seyyid’le ol kârbân şehirde bir hana kondılar. Andan Server bunlarun ahvâlin bilmeğe ol şehrün içinde olan kadîm pîrezenlerden sordı kim bile. Anlar dahı Server’e haber virdi ki: “Yâ Seyyid! Bunun aslı budur kim Hak Ta’âlâ bu yirde dişiler halk eylemiştür, bizüm oğlanlarumuz olmaz, hep toğanlarumuz kız toğar. Kaçan gebe olmak isterler bunda bir ağaç biter, anun yimişi âdem hayasına benzer ve yaprakları erkeklerün zekerine benzer. Olyimişten aluruz, kırk gün sabahtan anı aç karnına yirüz ve dahı içinde bir kızıl kana benzer suyı vardur, kalan sular gibi değüldür, anı içerüz ve karnumuz ol ağaca üç gün sürerüz ve dahı mermer üzre otururuz. Allah Ta’âlâ'nun izniyle ve hikmetiyle gebe oluruz. Tokuz aydan sonra toğururuz velî kız toğururuz ve hergiz bizden erkek toğmaz. Pes hâlümüz budur ve dahı bizüm beğümüz kız olur. Kaçan kim / bu kız toğura ‘azl iderüz yirine bir kız dahı beğ dikerüz.” didiler. Pes Server eyitti: “Eğer ol yimişten yimese, toğurmasa nice idersiz?” didi. Andan anlar eyittiler: “Server, kaçan kim bir kız bâliğ olup hayz görse üç yıl sabr eylese ider fe-ammâ dördinci yıl Hak Ta’âlâ ana yüreğinden bir ağrı virür, varur oy yimişi yir sıhhat bulur. Üç yılda bir böyle olur ta yitmiş yaşına varınca toğurur.” didi. Pes Server Saltıh bu sözleri dinledi hayran olup: “Kudret / senündür iy Hâk!” didi dahı eyitti: “Atasuz oğlan toğurdan sensin…” didi.” (Akalın, 1988: 126-127).
Ağaçları erkek üreme organlarına benzetilen bir ağacın yemişlerinden yiyerek ve o ağaca sürtünerek hamile kalan ve sadece kız
doğuran bir kavimden bahsedilen bu bölüm metinde oldukça ilginç tasvirlerle anlatılmıştır.
1.9. Defineli Tepe
Saltuk Gazi Âyine şehrinde iken düşünde bir tepenin altında hazineler olduğunu görür. Rüyasını yorumlattığı âlim kişi bunun, ona ve Müslümanlara nasip olduğu için rüyasına girdiğini ve bu hazineyi çıkarmaları gerektiğini söyler. Server de yanındakilerle birlikte o tepeye gider ve kazarlar; ancak bu tepe tılsımlı olduğundan pek çok acayip şeyler gözlerine görünecektir.
“Birez yir gittiler bir demürden kapuya iriştiler. Öninde iki arslan durur ve ejder dahı ilerü kapu öninde. Server ve şeyh ve gâzîler ilerü varınca anlar harekete geldiler, bunlara hücûm eylediler. Şeyh kâmil ve ilm-i tılsımat mâhir ve fâzıl kişi idi. Buyurdı önlerin kazdılar, bir delük açıldı, çıktı. İçine nazâr urdılar, tılsımlı tolaplar döner. Anları bozdılar. Ol canavarlar hareketten kaldı, sâkin ve battâl oldı. İlerü vardılar, kapuya nazar urdılar. Ne kadar dikkat ittilerse açmadılar. Seyyid ilerü gelüp, ol kapunun demürden olan bir kanadına el urup tuttı, halkasına zor itti. Muhkem burdı, halka döndi. Bir acîb heybetlü sâ’ika ve sadâ belürdi kim turanlar vehme vardılar. Kapu açıldı, anı gördiler kim iki kılıç satır resiminde kapunun yüzinden çark gibi iner, çıkar. Demüre dahı tokansa iki bölerler. Şeyh içerü girdi, buyurdı; kapunun eşiği altını kazdılar. Anda tılsımı bulup bozdılar dahı kapudan içerügirdiler. Ne gördiler, nâ-gâh bir şahs elinde tîr ü keman tutar. Bunlar ilerü varıcak hemân ol şahs / okı gezledi, bunları gözledi. Bunlar yine girü çekildiler. Anun dahı ol hareket ittüği yiri kazdılar tılsımın bozdılar, sakin oldı. Andan sonra karşudan bir cinnî elinde bir gürz manendi Kûh-ı Elbruz çıkageldi, heybetle bunlara soyleyüp, eyitti: “Bunda geldünüz? “Şeyh azimet okuyup cinnîyi müsahhâr ve mutî itti. Meğer kim ol yirdeki mala musallat olmış cinnî idi… Sürdiler, içerü girdiler. Ne gördiler, anı gördiler kim bir ulu sahn çardak kirsi baglanmış orta yirinde bir havz-ı müdevver, içi tolu la’l ve cevâhir ve sim vezer vedahı anun etrafından kırk husrevânî küb içleri toptolu dikyanosî sikke dinar pür olup durur ve dahı çâr dîvârda dört suffa içi toptolu altun.” (Akalın, 1990: 100-101).
Masal dünyasının sihir ve büyülü âleminin de izlerini taşıyan bu bölümde, define yerlerindeki tılsımlara dair bir anlatı göze çarpar. Server ve yanındakiler bu tepede pek çok sihirli varlık ile karşılaşırlar. Çeşitli canavarlar, ejderler ve defineye el koymuş cinlerden oluşan bu tayfanın, Saltuk Gazi’ye saldırmalarının hükmü, tılsımları bozulana kadardır. Çeşitli dualar ve çözümlerle şeyhin tılsımlarını bozması sonucu hepsi etkisiz hale gelmiştir. Sonuç olarak Saltuk Gazi ve yanındakiler, aradıkları büyük hazineyi bulur ve oradan çıkarırlar. Fantastik varlıkların ve tılsımların fazlaca yer tuttuğu bu defineli tepe, Saltuknâme’de anlatılan olağanüstü mekânlardan birisidir.
1.10. Yer altı Şehri ve Ab-ı Hayat
Saltuknâme’de geçen bir diğer fantastik seyahat; Saltuk Gazi’nin Âb-ı Hayât’ın peşine düşüp, Menucher cinnîden kendisini o yere götürmesini dilemesi üzerine çıkılan yolculuğun anlatıldığı bölümdür. Cin Server’i alıp yer altındaki makama getirir. Oradan yerin altındaki şehre geçerler. O şehirdeki harap bir köşkün duvarını cinlere kazdırmaları ile birlikte büyük bir çukur, kuyu açılır ve içeri girerler. Burada Saltuk Gazi’nin gözüne pek çok hayal göründüğü söylenir ancak ayrıntılı olarak anlatılmaz. En son bir kapıdan içeri girerler ve ardından yaşananlar metinde şöyle anlatılır:
“Bir âvaz geldi kim: “Kimdür korkmayup, kapu açan?” didi. Pes Şerîf Allah Ta’âlâ Hazretine sığınup dahı esmâlara meşgûl olup, ilerü yüridi, ol âvâza / mukayyed olmadı. Nâ-gâh bir ulu sahn-ı çevgân gördi. Ol sahnun çepçevresinde kırk / hücre eylemişler, çâk orta yirinde bir âlî hücre var, kapusı açuk durur. Pes ol hücrelere girdiler, içleri toludur ve cevâhir ve altun ve gümüş ve kimyâ cevheri yığın yığın durur, toprak gibi dökülüp yirden tâ kubbeye değin toptoludurur. Anda olan vasfa gelmez. Server anlara nazar eylemedi; … Pes Minû-çihr’den sordı kim: “Ol âb-ı hayât didüğün kandadur” didi. Minû-çihr eyitti: “Server ol su kim istersin şol karşuda / açuk kapudadur.” didi. Pes Seyyid ilerü yüridi, ol kapudan içerü nazar urdı, ne gördi? Anı gördi kim bir kandîl billûrdan kubbe ortasında asılmış içinde birak sûd gibi su durur berk urur, anun nurından ol kubbeye aydınlık düşer, andan daşra ol sahn rûşen olur. Pes anı göricek hemân Server / kasd eyledi kim ilerü varup kapudan içerüye gire. Nâ-gâh bir el çıktı Seyyid’i göğsinden ilerü taşra attı. Şöyle kim Server ayak üzre turmadı, düşti. Andan âvâz geldi kim: “Eğer sen Muhammed âlinden olmasan seni helâk iderdüm, şol kılıçla boynun ururdum.” diyüp, / bir kılıç görindi hücre içinden şimşek gibi berk ururdı. Anda ol kapu hemân dem muhkem berkindi. Çün Şerif Saltıh bu heybetleri ve hâletleri gördi, tîz istiğfâr idüp, bildi kim kendüye nasib yoktur, girüdurdı. Dahı Minû-çihr’e eyitti: “Kardaş bu su bizüm nasibümüz degüldür.” didi.” (Akalın, 1990: 280-281).
Burada anlatılan bölüm, Hızır ile İskender’deki gibi bir âb-ı hayât yolculuğundan ibarettir. Âb-ı hayatın kendisi başlı başına bir olağanüstülük taşırken, ona ulaşılacak yerin de pek çok harikuladeliklerle bezenmiş olması şaşırtıcı değildir. Bu yolculukta âb-ı hayatın saklandığı mekân, belli metafizik güçler tarafından korunmakta ve ona Saltuk Gazi de dâhil hiç kimse yaklaştırılmamaktadır.
Bu yolculuğa dair dikkatleri çeken diğer bir özellik de yer altındaki makama açılan yolun yine bir kuyudan geçmek suretiyle başlamasıdır.
Sonuç
Sonuç olarak hem yerüstü hem yer altı dünyasını konu edinen masal ve destanlar olayların geçtiği mekânlar itibariyle de benzerlik taşırlar. Saltuknâme, Battalnâme ve Dânişmendnâme Anadolu coğrafyasında teşekkül eden son destanlardır. Destan dönemi bunlardan sonra kapanmış ve halk hikâyeleri onların yerini almıştır. Bu çalışmada destan döneminin son zamanlarında ortaya çıkan metinlerden Saltuknâme’de yer alan mekânların masal mekânları ile ortaklıkları tespit edilmiştir. Bu mekânların varlığının nedeni, masala özgü kahramanlar olan cinler, periler, cadılar, devler gibi varlıklara dair pek çok anlatının metinde bulunmasıdır. Saltuknâme, içinde pek çok masal metni barındıran bir Türk destanıdır. Bu çalışmada metinde varlığı tespit edilen masala ait coğrafyalar, aynı destanda yer alan müstakil masal örneği bölümlerin tespitinde de kolaylık sağlayacaktır.
P. Nurdan GÜMÜŞTEPE (Arş. Gör. - Bülent Ecevit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü-Zonguldak/TÜRKİYE)
1 Saltuknâme’de Kafdağı’ndan bahsedilen diğer yerler için bkz.: (Saltuknâme I. eat. s.l27-l28), (Saltuknâme I. eat. s.259), (Saltuknâme I. eat. s.289), (Saltuknâme II. eat. s.l33), (Saltuknâme III. eat. s.ll2).
KAYNAKÇA
AKALIN, Şükrü Haluk (1987), Saltuk-nâme I Ebül-Hayr-ı Rûmî, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
AKALIN, Şükrü Haluk (1988), Saltuk-nâme II Ebül-Hayr-ı Rûmî, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
AKALIN, Şükrü Haluk (1990), Saltuk-nâme III Ebül-Hayr-ı Rûmî, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
BALKAYA, Adem (2014), “Halk Anlatılarında Kuyunun İşlevselliği Üzerine Bir Okuma”, Milli Folklor, 13 (102), s. 53-64.
BANARLI, Nihat Sami (1971), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
CUNBUR, Müjgân (1988), “Anadolu Gâzileri ve Edebiyatımız”, Erdem-Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, 3 (9), s. 777-807.
CUNBUR, Müjgân (1992), “Türk Destanları Ve Bayburt Kahramanları”, Türk Halk Kültürü Araştırmaları, Ankara: Kültür Bakanlığı Halk Kültürünü Araştırma Ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yayınları.
DEMİR, Necati - Erdem, Mehmet Dursun (2007), Saltık Gazi Destanı, Ankara: Destan Yayınları.
KARAGÖZ, Erkan (2008), “Başkurt Destanlarında Su Altı Dünyası”, Kayhan Şahan (Ed.), I. Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi (11-13 Eylül 2006), TUDOK 2006 Bildiriler, s. 273-278, İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları.
OCAK, Ahmet Yaşar (2011), Sarı Saltık Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü (XIII. Yüzyıl), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1965), “Türk Destanları”, Türk Kültürü, 3 (33), s. 577-582.